Genç Sinema: Zeynep Dilan Süren Röportajı

 


Sinemadaki bazı dokunuşların iz bıraktığına inanıyorum ve onları ayrı bir yere koyuyorum. Çünkü biliyorum ki gerçekten özeller, gerçekten yaşıyorlar.

 

Büyük İstanbul Depresyonu adlı kısa filmi ile ödüller alan Zeynep Dilan Süren, hikayelerini benimsediğim nadir isimlerden. Ben de buradan hareketle yolun başındaki bir sinemacının, yola bakış açısını göstermek istedim. 




Girizgahın devamında çok sevdiğim bir soruyla başlayayım, sinema senin için ne ifade ediyor?

Zor bir soru, üzerine iyice düşünmek lazım. Aslında küçüklüğümden beri hayatımın çoğunluğunu kapsayan bir şey. Esasen ise kurmaca evreni diyebilirim. Benim için tam olarak bunu ifade eder. Kafamda hep hikayeler var, kurmaca evrenler var. Bunlarla yaşıyorum. Hayatı anlamlandırmama yardımcı oluyor sanırım.

 

Peki bir film olsaydın, hangisi olurdun?

Şu film olurdum gibi bir cevabım yok ama çok kıskandığım bir film var; yani onu ben çekmiş olmak isterdim. ‘Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum.’ Bu adam bu filmi nasıl çekmiş diye çok kıskanmıştım.

 

Sinemadan ne bekliyorsun? Hayattan ne bekliyorsun?

Sağlıklı bir şekilde yaşamayı, sabahları kalkacak ve yürüyüş yapacak gücü bulabilmeyi bekliyorum. Sinemadan beklentim ise insanlarla iletişim kurabilmek üzerine. Ama bu sorunun cevabı dönemden döneme değişir sanırım. Beş yıl sonraki Zeynep, daha farklı şeyler bekliyor olabilir.






Sinema insanlara dokunabilir mi? Bir fark yaratabilir mi?

Kesinlikle insanları değiştirebileceğine inanıyorum. Bu büyük bir değişim olmak zorunda değil ama yalnız olmadığını bilmek bile çok önemli. Mesela kötü bir anında film izlersin ve seninkine benzer bir hikâye görürsün. Yalnız olmadığını ve benzer şeyler yaşayan insanlar olduğunu hissedersin, bu da yaşamak için güç verebilir. Anlarsın ki işler sadece senin için kötü gitmiyor! Bu tarz detaylar gerçekten çok önemli.

 

Sinema eğitimi alınmalı mı? Özellikle de bizim gibi ülkelerde?

Ben çok isteyerek okudum ama şu an geriye dönüp baktığımda başka bir bölüm de olabilirmiş diyorum. Yine de senin gibi sinemayla uğraşan insanlarla tanışmak ve bir çevre oluşturmak anlamında kesinlikle çok faydası oluyor. Daha bu sene biri sormuştu bu soruyu ve cevap olarak ‘kendini sinemaya tamamen adamayı düşünüyorsan olabilir' demiştim. Yine olsa yine okur muydum? Emin olmak gerçekten zor. 







Tüm olumsuzluklara rağmen sinema okuyanlar ve okuyacaklar, bu yolda nasıl ilerlemeli?

Tavsiye verebilecek bir konumda değilim. Mezun olalı üç yıl oldu ve hala öğrencilikten tam olarak kopmuş değilim. Ama klasik şeyler söyleyebilirim, mesela bol bol film izlenmeli. Çünkü ben, kesinlikle daha çok film izlemeliydim diye düşünüyorum.

 

Bir filmde, senaryo ile teknik meselelerin önemi?

Benim için senaryo ile oyuncu performansı, başrollerdedir diyebilirim. Hatta belki de performans daha öndedir. Teknik konular ise biraz daha kontrol edilebilir geliyor bana. Sonuç olarak ise bir filmin, izleyiciyi yakalamasında, oyuncu yönetimi faktörü oranında başarılı olacağını düşünüyorum. Ama bu soruya cevabım da zaman zaman değişiyor doğal olarak.




Kısa film yapmak isteyenlere tavsiyelerin neler olurdu?

Çok çalışmayı ve acele etmemeyi tavsiye ederim, özellikle de senaryo konusunda. Ayrıca daha sakin ilerlemek, keşfetmek, daha öğretici olacaktır.

 

Favori 3-5 filmin?

Rüya Bilmecesi. American Honey. Ana Yurdu. Eş Anlamlılar. Bir Zamanlar Anadolu’da. Korkuyorum Anne. Hayali Aşklar.

 

Favori yönetmenlerin?

Filmlerindeki enerji sebebiyle Xavier Dolan’ı çok severim. Türkiye’den ise Nuri Bilge Ceylan ve Reha Erdem’i beğeniyorum, takip ediyorum.


 



Sinemadan bağımsız son bir soru sormak istiyorum. Zeynep Dilan mutlu mu? Nasıl bir dönemi?

Mutluluğun ne olduğunu bilmiyorum ve olaya biraz daha derin bakmak gerektiğini düşünüyorum. Üniversitedeki felsefe dersinde bu konuyu konuşmuş ve işin içinden çıkamamıştık. Hala daha o derste olduğum yerdeyim sanırım. Bir insan mutlu olabilir mi emin değilim…

 

Bir şekilde perdede hayal kurdurmak isteyen herkese ithaf ettiğim bu söyleşi için, Zeynep Dilan Süren’e çok teşekkür ederim.

 

Kendinize bir iyilik yapın ve uzun zamandır izlemek istediğiniz o filmi, artık izleyin.

 

Not: Senaryo yazanlar ise biraz daha düşünmese mi? 😊





Bu Soylu Kıyım

 


Bazı hislerin ve bazı durumların çıkış noktasını sorgularım. Aslında anlamlandırma ihtimalimi gözetiyor da olabilirim, netice olarak ise bir yere varmam genelde çok zordur.

Birkaç ay önce kuzenim kahvede çalışıyordu ve bir gün için servise yardım etmemi istedi. Ben de ‘elimden geleni yaparım’ diyerek olaya dahil oldum. Kahvedeki işleyiş, çalışma koşulları ya da bu tarz şeyler… Hiçbiri, hislerimin oluşmasında başrol olamaz, açıkçası çok daha farklı bir gerçek var ve bir o kadar da alışılmış bir durum!

Daha önceleri kuzenimin yanına arada gider ve çay – kahve içerdim. Servise yardım ettiğim gün ise bazı insanların sabahtan akşama kadar öylece kahvede oturduklarını gördüm. Daha önceki çay – kahve içmelerimde kısa süreli gördüğüm insanlar; abartısız, uzunca saatler, her gün kahvedeydiler! Aydınlanmıştım!

Bir şeyler içiyorlar, muhabbet ediyorlar ya da oyun oynuyorlar... Ama sabahtan akşama kadar oradalar ve neredeyse her kahvenin bu tarz bir müşteri kitlesi var. Bu durumu da aydınlanınca pekiştirdim… Çok sıradan gibi görünen bu insanlar, beni epey düşündürdü. Hiç kimse; eşi, çocuğu ya da torunu ile vakit geçirmek istemiyor mu? Başka bir uğraşı olamaz mı? İşe gider gibi her gün kahveye gelmek neden? Bu olayın bir yerinde sevgisizlik, bir başka yerinde anlaşılmazlık olsa gerek?

Tüm o evliliklerden, tüm o akraba ilişkilerinden, geriye kalan bu mu? Kaçtığımız kahve köşeleri… Bu kadar mı elimizde olan? Hepimiz yürümek istemediğimiz yollara mı koyulduk, hepimiz mi yanlış anlaşıldık? Başka türlüsü mümkün değil midir bu topraklarda ya da bu bedenlerde?

Sorularımın çok ama cevaplarımın her zamankinden daha az olduğu bu dönemde, neresinden tutabilirim bu hikâyenin ya da neresine sığınabilirim?

 

‘’Geçecektir daha daha günler.

Bilemeden kavramak nasıl.’’

-        C. Zarifoğlu

Kadınların Sessiz Yaşamları



Bayram tatilinde gerçekleşen düğünlerimiz sebebi ile bazı akrabalarımız bizde kaldı. Bu durumdan hareketle de farklı konuları konuşma şansı bulduk. Aslında farklı olarak nitelendirdiğim bu konular, maalesef ki ülkemiz ve dünya özelinde çok sıradan alışkanlıklar haline gelmiş durumdalar; ama biz kendi açımızdan pek konuşmamıştık ve bu sefer durum değişti, yaşadıklarımızı irdeledik.

 

Altmış yaşına yaklaşan yengem, gençliğinde yapılan tütün işlerinin uzun vadede hiçbir faydası olmadığını ve kırk sekiz yaşında şehre taşınarak bir fabrikada işe başlamak zorunda kaldığını anlattı. Esas sorun ise tarım ile uğraşılan yıllarda; tüm o zorlu işlerin herkesin emeği ile yapılmasına rağmen, paranın sadece bir kişinin eline geçmesi ve onun tarafından yönlendirilmesiydi. Yani aile reisi olarak öne çıkarılan erkek, yatırım olarak bir ev almıyor ya da en basitinden eşi için sigorta girişi bile yapmıyordu. Bahsettiğimiz zamanlar ise tarımın kıymetli olduğu ve büyük emekler sonucu kazanılan paralar ile gerçekten bir şeylerin yapılabildiği dönemler, yani bugünün aksine.

 

Bu tarz bir yaşanmışlık beni epey düşündürdü ve çevremdeki evliliklere baktım. Açıkçası istisnalar dışında durum hep böyleydi, erkeklerin kararları ve sonuçlara katlanmak zorunda olan kadınlar! Şartlar dahilinde yeni bir şey söyleyemediğimin de farkındayım; ama bazı yaşananların adını sürekli olarak koymak lazım diye düşünüyorum. Zira ne kadar bahsedersek, birileri için iyi anlamda değişimler de o kadar mümkün olacaktır. Mesela kadının, birey olamayışındaki sıkıntılı durumunu derinlemesine düşünürken, Kafa Dergisinin bu ayki sayısında bir yazı okudum. Ayça Derin Karabulut, Dünyanın En Cesur Kızı Malala başlıklı güzel bir yazı yazmış ve Pakistan’da yaşanan haksızlıklara değinmiş.

 

‘’Taliban, Svat Vadisi’ni 2007’nin sonlarında ele geçirip, 2009 yılında Pakistan ordusu tarafından uzaklaştırılıncaya kadar bölgeyi yönettiği süreçte kadınların politik, ekonomik ve sosyal aktivitelerini engelledi. Yüzlerce okul yok oldu. Kızlar okula gitmekten alıkonuldu, kadınlar peçe giymeye zorlandı ve markete bile gitmeleri yasaklandı. Malala, tüm bunlara sessiz kalmayan insanlardan biriydi.’’

  

Dergideki yazıdan yaptığım bu alıntının devamında, Malala’nın sesini dünyaya duyurması ve akabinde ise militanlar tarafından kafasından vurulması anlatılıyor. Lakin tüm bu nefrete rağmen Malala’nın yaktığı ateş büyüyor ve Pakistan’da halk, iki milyondan fazla imza toplayarak zorunlu ve ücretsiz eğitim kanun tasarısını mecliste onaylatıyor. Mucizevi şekilde kurtulan Malala ise bu kutsal yoldaki çalışmaları sebebi ile 2014’te Nobel Barış Ödülü’ne layık görülüyor. İsteyenler Ayça Derin Karabulut’un ilham veren yazısının tamamını Kafa Dergisi’nden okuyabilirler.  


Benim ise karmaşık düşüncelerim ve dergide okuduklarım sonucunda aklımda yine tek bir soru var, dünyanın kadınlar ile sorunu ne? Ya da bu dünyayı kuran erkeklerin, kadınlar ile sorunları neler? Düşününce; erkek çocuklarına Yiğit, Onur gibi isimler konuluyor ve kız çocuklarına ise Melek, Duygu gibi anlam olarak daha hissi isimler. Bu bile bir farkı çağrıştırıyor aslında. İş yerinde eşitsizlik, erkeğin daha yönetici pozisyondaki üniversite bölümlerine yönlendirilmesi ve bunun gibi pek çok olumsuz detay! Şahsen ise erkek kararlarının sıkıntılı sonuçlarının hissedildiği bir ailede yetişmiş ‘erkek evlat’ olarak, herhangi bir kişinin öne çıkarılmasından ziyade makul olanın yerini bulabilmesini temenni ediyorum. Kadın ya da erkek olmasına bakılmaksızın, elini taşın altına koyan, karşılığını alabilmeli. Zaten hiçbirimiz mükemmel değiliz ama bir yerlerden başlamak her zaman mümkün ve biz neden daha adil olmayalım? Neden mantıklı olanı görmezden gelelim? Neden Malala gibi bir iyilik zincirini başlatıp, çevremizdeki anlamsızlıklara dur demeyelim?


Her şey bir yana, peki ya tam tersi olsaydı? Erkekler olarak, sürekli sindirilseydik ve güvensiz bir hayata maruz kalsaydık! Haklı olduğumuz halde sıkıntılara katlansaydık ve bu kısır döngü bir ömür boyunca devam etseydi?

 

Toplumsal Cinsiyet Kavramları - YouTube

Nasipse Adayız: Gerçeğin Aynası Olarak Sinema


 

Hayatlarımızda bazı mekanizmalar var ki… Tamamen çıkar ilişkilerine odaklılar ve esas kuruluş amaçlarını çoktaaan unutmuş-unutturulmuş haldeler. İşin en garip yanı da kimsenin bu duruma ses etmemesi ve sistemin öylece devam etmesi! Dünyanın her yerinde de böyle midir bilmiyorum ama bizim ülkemizde özellikle bazı yanlışların adı konulmaz, görmezden gelinir ve hayat her şeye rağmen bir şekilde devam eder. Zaten tam olarak bu sebeple de ne siyasette ne eğitimde ne de futbolda verimli bir sisteme sahip değiliz. Bahsi geçen konuların milyonları etkilediği düşünülürse, bilerek yapılan yanlışların ne denli büyük kayıplara yol açtığı gerçeği bizi sarsacaktır!

Bir sinema öğrencisi olarak, bu girizgahtan hareketle, bazı kritik konular özelinde belgeseller yapmayı çok istediğimi ama bunun mümkün olmadığını söylemeliyim… Yani güzelleme değil de belgesel yapmanın mümkün olmadığını! İşte tam burada; kurmaca bir filmin, Nasipse Adayız’ın varlığı çok önemli. Çünkü bu film, aynı zamanda bir belgeselin anlatısına sahip ve bu anlamda da çok işlevsel. Nasipse Adayız; kurmaca hikayesini Ercan Kesal’in başından geçenlere dayandırmış ve yer yer de eleştirel mesajlarını vermiş, sistemin basitliği ile insanların hırsını özellikle ortaya koymuş. Evet, yine bir film, söylenmeyen pek çok şeyin sesi olmuş, duruma dair düşündürmüş!

Sanırım filmin evrenindeki ‘samimi insan’ sayısı yok denecek kadar az ve bu bilinçli tercih hikâyenin gidişatı ile oldukça tutarlı bir yapı oluşturmuş. Mesela baş karakterimiz Kemal Güner’in asansörden çıkmak zorunda kaldığı bir sahne var ve karakterin beklentileri özelinde tüm olayı açıklıyor, o insanların dünyasına girebilmenin çok zor olduğunu belirtiyor. Bir başka sahnede ise trafik kazası söz konusu ve belediye başkanı olmak isteyen sözde idealist Dr. Kemal Güner, olay yerinden kaçmayı tercih ediyor ve kazayı hiç yapmamış gibi hayatına devam ediyor. Neredeyse hikayedeki herkes, çıkarları doğrultusunda sorumluluk alıyor, fazlası kesinlikle yok! Dediğim gibi, iyi insanlar pek yok bu hikâyede, bu ortamda.

Nihayetinde ise derdi olan filmlerin değerlendirilmelerindeki ilk faktörün, işaret ettikleri meseleler ve onlara yaklaşım biçimleri olması gerektiğini düşünüyorum. Nasipse Adayız bu anlamda çok keyif verdi bana ve adeta bir belgeselmişçesine, sistemin işleyiş şekline dair epey bulgu sundu. Ayrıca da böyle olayları film olarak izleyince; cidden böyle oluyor, nitelikten yoksunuz diyor insan, ama bir de bakıyor ki dışarıda hayat devam ediyor? Filmin sonuna doğru geldiğimizde ise çok kritik bir sahne var ve bazı gerçekleri detaylıca açıklıyor. Belediye başkanı aday adayı olan Kemal Güner, eski bir bakan ile aynı ortamda bulunuyor ve partinin ilçe belediye başkanlığını kazanmasının esas yolunun, aday olarak kendisinin seçilmesi ile gerçekleşebileceğini söylüyor. Lakin eski bakanın, yani görmüş geçirmiş kişinin verdiği cevap çok manidar…

‘’Ya seçimi kazanmak istemiyorlarsa?’’

Son olarak kısaca değerlendirdiklerim haricinde, bazı durumlara dikkat çekerek, insanları uyandırmaya ya da değiştirmeye yönelik yapılan işleri gerçekten çok seviyorum. Filmin sıkmadan ilerlemesi ile birlikte bu adam şimdi ne yapacak diye merak ettirmesi de senaryo bağlamında yerini bulmuş. Sinemamız adına hedefine ulaşan özgün yapımlardan olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Işıkları Açmak

 



  Bazen çok düşünür ve tedirgin olurum yaşadığım çağdan. Gerçi insanın kendi kendine düşünmesi ile hiç düşünmemesi birbirine çok yakın şeyler olabilir, neticede iki durumda da harekete geçmek sadece ufak bir ihtimal. Artık buradan da hareketsizlikle iyice anlıyorum ki ihtimaller silsilesi bile bir anlam ifade etmiyor, öyle karışık öyle vurdumduymaz zamanlar. Ama en başta demiştim, bu çağ bir şekilde tedirgin ediyordu beni… En azından yeni bir başlangıç yapana kadar.

 Oysa geçen seferki hayatım, ne kadar da kendime ve beklentilerime göre dizayn edilmişti. Edilmişti diyorum ama tüm tercihleri yapan da bendim aslında. Peki ben miydim gerçekten? O, tam olarak ben miydim? Sürekli geleceği düşünür, kendimce planlar yapar ve bu çerçevede yaşamak için gayret ederdim. Birkaç amaç belirleyip, dünyada başka hiçbir şey yokmuş gibi davranma telaşım söz konusuydu. Ardından ise süper markette reyon personeli olarak çalışan kişiyi ve insanlara karşı değişebilen tavırlarını gördüm. Orta yaşlı bir adam pirinçlerin yerini sordu, market çalışanı ise yüzünü bile çevirmeden umursamaz bir tavırla eliyle işaret etti. Müşteri samimi şekilde teşekkür etti ve gitti. Biraz sonra ise aynı çalışana yine soru soruldu ama bu sefer soruyu soran kişi bir çocuktu. Çalışan tuhaf şekilde az öncenin aksine çok ilgili davrandı ve bizzat kendisi sütlerin yerini gösterdi. Bu olayın çağrışımı ise müşterilerin aradığını bulmasından ziyade benim uyanışım oldu. Aynı saat dilimi içerisinde; farklı kişiler tarafından sorulara maruz kalan personel, karşısındaki insan profiline göre tavır takınıyor ve çocuğa daha sıcakkanlı davranıyordu. İlk etapta normal gibi görünen bu durum, aslında birbirimiz için işleri ne kadar zorlaştırdığımızla da çok yakından alakalıydı ve ben bunu gerçekten hissetmiştim. Derinlemesine düşününce; market çalışanı, iki müşteriyi de şahsen tanımıyor ama kişilere yaklaşımları çok farklı olabiliyor. Tam olarak buradan hareketle de kendi çocukluğum geldi aklıma, çevremdeki insanların bana çok fazla gülümsediğini hatırladım. Yine aynı insanların sık sık bana rehberlik ettiğini ve işleri benim için nasıl da kolaylaştırdıklarını düşündüm. Akabinde ise günümüze döndüm ve gerçeklere maruz kaldım. Böyle söylüyorum çünkü insanların genel olarak bana karşı takındıkları tavırlar, herhangi bir şekilde yolumu aydınlatmıyordu. Esas kritik olan nokta ise ben de artık o insanlardan biriydim ve aksiliğim ile sabırsızlığım hep üstümdeydi. Yani kendimce planlarım vardı ve başka hiçbir şeye tahammülüm yoktu. Peki neden? Yani neden böyle olmayı seçmiştim? Kendime sorduğum yargılayıcı soruların ardından garip bir boşlukta olduğumu fark ettim, çünkü sorularımın net bir cevabı yoktu. Belki de sadece akışa kapılmıştım ve kolay olan buydu.

 Halbuki yetişkin bireyler, çocuklara nazaran çok daha fazla sorumluluk alıyorlar ve sürekli mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Nihayetinde ise hepimizin hikayeleri farklı ve zor; ama buna rağmen birbirimiz adına işleri zorlaştırma konusunda ortak paydada buluşabiliyoruz! Neden tam tersi olmasın? Neden daha olumlu olmayayım? Benden başlayan bir değişim etrafımı şekillendiremez mi? Mesela hoşgörü değerlerimi yenileyerek ilk adımı atsam ve paylaşmayı da hayatımın bir rutini haline getirsem. Çocuklara yardımcı olup, güler yüzlü davrandığım gibi yaşıtlarıma da çeşitli güzellikler sunsam… İşte bu çıkış noktası ikinci hayatımın başlangıcıydı. Kendimden başlayan bir iyilik dalgasını sarıp sarmalayacaktım ve bir çocuğa hediye edercesine dünyaya salacaktım, kurak toprakları yeşertsin diye. Uzun zaman sonra, dönüp o güne bakıyorum ve iyi ki kendime bir şans vermişim diyorum. Kendimden başlayan bir oluşum, neleri değiştirebiliyormuş diye şaşırdığım da olmuyor değil. Tabii yine de bu karşılık beklemekten ziyade tamamen bağımsız bir iyilik haliyle alakalı. Ama her şeye ve hatta tüm o gürültülere rağmen insanların da ışığa doğru geldiklerini görebiliyorsunuz. Bu durum sizi heyecanlandırıyor, gerçekten yaşadığınızı ve hep aradığınız anlamı nihayet bulduğunuzu hissettiriyor.

 

Bu Bizim Seninle İlk Uzun Yolculuğumuz


'Bu yolda tek yolcu, o. Yol, yalnız onun çevresinde tozuyor.'

 

Sürprizli hafta sonu kampının tatlı yorgunluğu ile gecenin karanlığında otobüsün camından yol manzaralarına bakıyordu. İlk defa geldiği İç Anadolu’nun seyri epey farklıydı ya da âşık olduğu için ‘o’ öyle olsun istiyordu. Otobüsün arkasından gelen neşeli sesleri işitti. Yaşıtları eğlenmeyi çok iyi biliyordu, en azından otobüsün camından dışarı bakan birine göre. Yanındaki koltuğa döndü, o dünya da sessizdi. Kampta yaptıklarını hatırlayınca, arkadaşının bu kadar sakin olmasına şaşırdı. Üç gece üst üste içmiş ve son gecenin finalinde kendini tuvalete kilitlemişti. Ayrıca da tüm bunların sebebi birisine ilgi duymasıydı. Sonra da ilgi duyduğu genç kızımız erkekler tuvaletini basmış ve iki sarhoş hararetli bir konuşma gerçekleştirmişlerdi.

 Bu aşkın kaybeden tarafı olduğunu tuvalette kabullenen küskün gencimiz, sessizlikten ve duygu karışıklığından sıkılmış olacak ki ben biraz arkaya gidiyorum dedi, neşeli seslerde duymak istediği özel bir şeyler olmalıydı. Yan koltuğu boş, ama kamptaki mevsim sebebi ile gönlü dolu yolcumuz tekrar cama döndü yüzünü. Yolların sessiz yanına aşina ama hislerinin taşkınlığına yabancı şekilde seyredecekti gecenin rengini.

Biraz geçmeksizin ön koltuktaki bir başka arayışta olan genç seslendirdi yüzünü arkaya.

-        Muhabbetini çok sevdim, okulda da görüşelim.

+ Eyvallah, enerjimiz tuttu herhalde.

-        Ben de sinema okumak istiyordum ama olmadı işte.

+ Arada bir şeyler çekiyorum, gel istersen, hem bir yerden başlamış olursun.

Öndeki gençten cevap gelmeye kalmadı ki boş koltuğun yanında birinin durduğunu fark etti. İyice bakınca afalladı, oydu. Kampta ilk görüşte vurulduğu ve İç Anadolu’yu yeniden fethedecekmiş gibi hissettiği bu tarifsiz yeni mevsimin sebebiydi, kışın ortasında yazdı. Hafta sonu boyunca dalgalara onu anlatmıştı ve bir şeyler olması gerektiğini söylemişti, özellikle de bu mevsimde bir şeyler olması gerektiğini… Gerçi sarhoş olup kampta herkese onun adını sayıklamak gibi şeyler de yapmamış değildi ama…

+ Cam tarafına oturmak istiyorum.

-        Olur.

Kendisinin gidip onun yanına öylece oturamayacağını düşünerek yerinden kalktı, aynı anda otobüsteki herhangi bir başkası için bu koltuktan vazgeçmeyeceğini de düşündü ve tüm bu gariplikler silsilesi içinde bir şekilde artık yan yanaydılar. Bırak otobüsü, bilmem kaç ülkeden oluşan dünya ve hatta evren bir yana, bu iki koltuk bir yanaydı. Öylece bakmak istedi ona ama henüz tuhaf kaçardı, konuşmayı denedi. Aslına bakarsanız, ön koltuktaki gencin hızlıca keşfettiği bir gerçek vardı, Jon Snow’dan hallice arkadaşımız isteyince çok iyi konuşurdu.




Yolun bitmesine 4 saat falan kalmıştı ilk yan yana geldiklerinde, ama aynı filmlerdeki gibi hisli bir sohbet zamanı kırmış ve koca dört saati sadece on beş dakikaya dönüştürmüştü. Üstelik bir önceki molada lahmacun yemişti ve ona rağmen İç Anadolu’yu fethetmişti ya da öyle bir şey.

Peki şimdi ne olmalıydı? Nasıl bir yol izlemeliydi? Karşısında öylece duran ve şiirlere konu olacak saçları yokmuş gibi nefes alan şarkının notaları çok özgündü, bu şarkıyı tekrar dinlemek istiyordu. Sonra onun ödevleri olduğunu ve yarına yetiştirmesi gerektiğini duydu, aradığı şey tam olarak buydu ve yardım edebileceğini söyledi. O kadar müsaitti ki kesinlikle yardım etmeliydi. Sadece o yardım etmeliydi ve dünya üzerinde bu işlerden en iyi o anlardı.

+ Tamam o zaman. Eşyalarımı eve bırakırım, ayrıca da geç oldu, beni karşılarsın. Bir saat sonra yolun başında buluşalım.

Olacağı varsa olan şeyler iyi çıkınca, hayat çok sevilesiydi. Kampta mahvolmuş eşyalarını hızlıca makineye attı, kendine çeki düzen verdi ve saati karşısına aldı, konuşmaya başladı.

-        Benim zamanımın ansızın gelmesi sürpriz, belki de dalgalarla konuşmam bir fark yaratmıştır, aslında bağırmış bile olabilirim.

 

Evden çıktı ve yolun başını tuttu. Az biraz sonra ‘o’ geldi. Gerçekten oluyordu bunlar ve beraber eve döndüler. Ödev için birkaç edebiyat dergisi karıştırıp, yabancılığın garipliğinde geceyi kucakladılar. Ev sahibimiz dergilerden birini aldı ve salonun başındaki tekli koltuğa geçti. Misafiri süzüyordu. Kırgın bir hali vardı ama kim, neden kırıklık bırakırdı ki böyle bir hayalde? Çorapları çok hoştu, saçları ise mavi kaplumbağa şeklindeki arabanın arkasındaki şehir silueti gibiydi. Açıkçası biraz tropikal bir histi. Zaman kırılırken tüm ödevler bitti ve evde yan yana olmalarının sebepleri eridi. Bende kalabilirsin dedi, salonda yatarım. Yorgun olan yavrumuz biraz düşündükten ve şahsiyet sahibi arkadaşımızın ela gözlerine iyice baktıktan sonra olur dedi. Odasını feda eden ve salona talip olan kahraman şahsiyet, sıcak bir uyku koynuna düşüverdi.

 

Gel zaman git zaman, gözler açılır oldu. Salondaydı. Neden salondaydı? Saate baktı, on bir civarlarındaydı. Hafta sonu kampını ve dün geceyi hatırladı, sersemlikle odasına doğru hareketlendi. Soylu kişinin durumunu merak ediyordu ve kapıyı selamladı. Bir tepki yoktu, tekrar selamladı. Soluna baktı, ayakkabılık boştu. Odaya girdi ve her şey yerli yerindeydi. Ansızın başı döndü ve bu çok sık olmaya başlamıştı, yere düşmemek için yatağına oturdu. Derken dış kapı açıldı ve ev arkadaşı telaşla odasına geldi.

 

-        İlaçları getirdim.


Duyduğu cümle ile beraber yüreğine mi yoksa aklına mı düştüğü belli olmayan tarifsizliği hissetti. Bu yolda tek yolcu, o muydu? Yol, yalnız onun çevresinde mi tozuyordu?

 

Öykünün nihayetinde, Araf’ta kalmış sevgili okur… Bilge Karasu’ya selam ederek, okuduğuna inanmak istersen bu hikâyenin yaşanmışlığının olduğunu söyleyebilirim. Her şey sadece bir rüyaydı diyorsan da gerçek sevgiyi bulmak için inanman gereken mucizeleri senin için dilerim.