Bambaşka Hayatlar: Ara Güler

Ara Güler

  Çoğunluktan farklı bir şeyler yapıyorsanız, samimi ve yaratıcı işler peşindeyseniz, kendiniz olabilme derdindeyseniz..

  Ara Güler, yukarıdaki kelimelere, ülkemiz adına yepyeni anlamlar katabilen nadir insanlardandı...


Her kareyi mükemmel bir biçimde doldurma olayı bile, onun yapabildiklerini tam olarak anlatamaz belkide. Kendi cümlelerini aşabilen olağanüstü insanlardan biriydi Ara Güler.


  Zamanın döngüsünden sıyrılma vaktinin gelmesi sebebi ile 'İstanbul'un Dünyaya Açılan Gözü' mertebesini terk etti.


Üstat


 Yapılması çok zor işlerin üstesinden geldi. Beklenenden çok daha fazlasını ortaya koydu. Girilemeyen yerlere girdi! En önemlisi ise, fotoğraflarına öylesine büyük anlamlar yükledi ki, tüm dünya kabullendi Ara Güler'in sanatını...

 Fotoğraf böyledir işte, kendi dili vardır ve tüm insanları ortak noktada buluşturabilir. Anlam karmaşalarını aşabilir, dil - ırk gibi farkları rahatlıkla ortadan kaldırabilir. Ara Güler ise bu özel gücün farkındaydı ve bunu en iyi şekilde kullandı fotoğraflarında.

 Anlamın ve sanatın peşinde, ülkemiz ve dünya adına bambaşka bir hayat daha yaşandı bu topraklarda...


                                       Ara Güler'in Objektifinden Hayata Dair































En Büyük Değişim: Fenerbahçe


  Uzun yıllar sonra geriye dönüp baktığımızda, 2018 yılının Fenerbahçe ve Türk Futbolu adına unutulmayacak bir değişim getirdiğini göreceğiz.

  Adını 'Efsane Başkanlar' arasına yazdıran Aziz Yıldırım döneminin sonlarına doğru gelinirken, değişim vaktinin geldiğini neredeyse tüm camia kabullenmişti. Koyu Bir Fenerbahçe Taraftarı olarak, bugün Aziz Yıldırım dönemini değerlendirecek olsam, genel olarak başarılı olduğunu söylerdim. Bu dönemi yaşayanlar olarak iyi biliriz ki, tesis anlamında Fenerbahçe'yi Türkiye'nin önde gelen kulüplerinden biri yaptı. Basketboldaki başarılardan ise bahsetmeye bile gerek yok zaten. Ayrıca son saniyede kaçan şampiyonluklar olmasaydı, belki de şuan hala başkanlığa devam ediyor olurdu. Lakin bunlardan ziyade resmin hepsine bakmak istiyorum: Şampiyonluklardan, yapılan tesislerden, gelen yıldız futbolculardan daha önemli bir şey için, 2011 senesindeki duruşu için teşekkür etmek lazım Aziz Yıldırım'a. Fenerbahçe Camiası için her anlamda çok zor bir süreç oldu. Eldeki iyi futbolcular gitti, yerleri doldurulamadı, büyük ekonomik sıkıntılar yaşandı, insanlar bedel ödedi!!! Bu süreç en az hasarla atlatılsın diye fedakarlıklar yapan, başta Aziz Yıldırım olmak üzere herkese gerçekten çok teşekkürler. Hiçbir spor kulübünün böyle süreçler yaşamaması dileği ile...

  Buraya kadar yazdıklarımı az çok tüm Fenerbahçe Taraftarları kabul eder. Taraftarlar olarak değişim istememizin esas sebepleri de bunlar değildi zaten. Mesela son saniyede kaçan şampiyonluklar çok büyük sorun olmadı hiçbir zaman. Rakiplerimiz zaman zaman büyük düşüşler yaşarken, bizim her zaman son saniyeye kadar şampiyonluk yarışının içinde olmamız büyük başarıydı ve de bilinçli kesim tarafından da takdir edildi. Değişim istenmesinin esas sebepleri ise: Fenerbahçe Spor Kulübü'nün büründüğü hırçın yapı, yapıcı olamayan bir yönetim, her anlamda bazı ilişkilerin yıpranmış olması ve bunların taraftarlara da yansıması, kulübün profesyonel yönetim şeklinden her geçen gün daha da uzaklaşan bir yapıda olması ve Alex De Souza - Ersun Yanal gibi başarılı dönemlerin iyi yönetilmemesiydi. Hemen üzerine de sportif başarısızlıkların gelmesi, bardağı taşıran son damlalardı.

  Artık genel olarak bir arayış vardı, çünkü kulüp vizyonunun değişmesi gerektiği açıkça ortadaydı. Ama Aziz Yıldırım'ı başkanlık seçiminde geçebilmek hiçte kolay bir iş değildi. Daha önce deneyenler olmuş lakin başaramamışlardı. Güçlü bir aday çıkarsa belki ihtimaller değişebilirdi, aksi takdirde ise çok zordu.

 

 Beklenenden fazlası oldu. Taraftarların da büyük desteğini göz önüne alarak, kendisi de zaten Fenerbahçe Aşığı olan Ali Koç, kulüp başkanlığına aday oldu. Sıkıntılı geçen seçim sürecinin sonucunda ise büyük bir zaferle yeni başkan seçildi. Vizyon değişikliği için daha başka kim gelebilirdi kulübün başına? Bu seçimden, gerçekten değişim isteyen herkes tatmin olmuştur diye düşünüyorum.

  Yeni Başkan Ali Koç, ilk hamle olarak, Damien Comolli'yi Fenerbahçe'ye getirdi. Sportif Direktör olarak gelen Damien Comolli, daha önce çok büyük kulüpler ile çalışmış ve Gareth Bale, Luka Modric gibi yıldızları keşfetmişti. Uzun süredir kulüp için Damien ile beraber planlar yaptıklarını söyleyen başkan, en az taraftarlar kadar heyecanlıydı.

  Taraftarlardan büyük kredisi olan yeni bir yönetim söz sahibiydi artık. Taraftarların beklentisi belki yine çok fazlaydı ama yeni yönetime zaman gerektiğinin de bilincindeydiler. Çünkü her şeyden önce Fenerbahçe Spor Kulübü maddi olarak çok zor durumdaydı. Yeni Başkan Ali Koç, kulübe 50 milyon dolar ( o zaman için 250 milyon lira ) hibe ettiğini açıkladı. Damien Comolli ise biraz bekleyişten sonra mevcut kadrodaki Aykut Kocaman ile yolları ayırdı ( Ali Koç ile beraber karar verdiler tabii ) ve yerine Hollandalı Phillip Cocu'yu teknik direktör olarak getirdi. Bu yaşananlardan sonra ise transfer sürecinde biraz sessiz kalındı. Zira kulübün futbolcu alabilmesi için, futbolcu satması gerekiyordu. Eldeki futbolculardan satış yapılmasının akabinde ise transferlere başlandı. Transferler pek beklendiği gibi olmadı. Mali sıkıntılar doğrultusunda gençlere ve kiralık oyunculara yöneldi kulüp.


  Yeni teknik direktör Phillip Cocu ise Hollandalıydı. Şampiyonluklar yaşadığı Psv Eindhoven'i bırakıp, yeni yönetim ile birlikte vizyon değiştiren Fenerbahçe Spor Kulübü'ne katılmıştı. Lakin Türkiye Ligi ile Hollanda Ligi çok farklıydı. Futbol anlayışı, oynanan oyunun temposu, yapılan taktikler... Futboldan çok anlamayan biri bile, Hollanda Ligi'nin, bizim ligimize bakınca çok gollü geçtiğini söyleyebilirdi. Ayrıca Türkiye'de futbol çok daha sert oynanırdı, yani Hollanda'nın tam tersine. Tüm bu farklılıkların ve de hocanın yabancı olmasının getirisi olarak, belirli bir sürenin alışma süreci olacağı ortadaydı.





   Ortada olan bazı şeylere rağmen, Fenerbahçe için bu sezonun faturası çok ağır olabilir. Takım, Şampiyonlar Ligi ön elemesinde Benfica'ya elenerek başladı yeni sezona. Ligde ise ilk maçta kendi sahasında Bursaspor ile oynadı, çok zorlandığı maçı 2 -1 kazandı. Lakin Bursaspor çok kötüydü o dönemde ( Bu yazının tarihinden 65 - 70 gün önce ), Fenerbahçe maçından 1 hafta önce, Bursa'da kendi sahalarında Ankaragücü ile oynadıkları ve de kötü bir oyun neticesinde kaybettikleri hazırlık maçını Timsah Arena'da izlemiştim sezon öncesinde. Bursaspor yapı olarak daha oturmamış ve satılan futbolcuların yeri doldurulamamıştı. Anlayacağınız, Kadıköy'de alınan Bursaspor galibiyeti, Fenerbahçe için değerlendirme ölçüsü olamazdı.

 Olmadı da zaten! Fenerbahçe sonraki maçlarda sürpriz şekilde çok puan kaybetti. Mesela ben bu yazıyı yazarken, Fenerbahçe lig liderinin 10 puan uzağında, 8 puan ile küme düşme potasının ( 16. - 17. ve 18.takımlar küme düşer ) bir basamak üzeri olan 15.sırada.

 UEFA Avrupa Ligi'nde ise Dinamo Zagreb'e 4 -1 yenilerek başladı grup maçlarına.

 Tüm bu yaşananlar doğrultusunda, yeni yönetimin her anlamda epey zamana ihtiyacı olduğunu söyleyebiliriz. Lakin Türkiye'de şartlar fazlası ile değişkendir, zira hoca değiştirilsin diyen büyük bir topluluk daha şimdiden oluşmuş durumda!

  Başkan Ali Koç ve ekibi için ise esas zorluklar daha yeni başlıyor. Sanırım bu işler biraz da üniversite sınavı gibi. Sanıyoruz ki sınavı kazanmak en zoru, istediğimiz bölüme gidebilmek en zoru. Ama sınavı kazanıp istediğimiz bölüme gidince anlıyoruz bazı ince detayları!!! Esas zorluk sınavı kazanmak değil, gittiğin bölümün hakkını vererek okumak.





   Yeni yönetim, Yeni kararlar, Yeniden başlamak!

 Değişim kolay bir şey değildir. Hele Başkan Ali Koç'un hedefleri doğrultusundaki değişim hiç kolay değildir. Camia olarak daha zorlu günler görmeye hazır olmalıyız. En iyisi için, en kötüye hazır olmalıyız. Damien Comolli ya da Phillip Cocu şartlar dahilinde gitmek zorunda kalabilir. Ama Başkan Ali Koç'un vizyonuna ihtiyacı var bu kulübün, bu ülkenin.

 O yüzden bırakalım da, Başkan Ali Koç çok isteyerek geldiği bu bölümün hakkını versin.

Hayatın İçinden: Sürpriz Bir Misafir

 İstanbul Rumeli Üniversitesi'nde Radyo, Televizyon ve Sinema öğrencisi 3 arkadaş ( 2.sınıfız ) olarak, +1 Anesteziciyi de ( o da öğrenci - 1.sınıf ) internet aracılığı ile yanımıza alıp toplamda 4 kişi eşyalı eve taşındık. Okulumuz Silivri'de. Tuttuğumuz kiralık ev ise, Silivri'ye otobüs ile 15 dakika mesafedeki Selimpaşa'da.


Selimpaşa'daki Odamın Penceresinden

  Okulumuzun yeni açılmış olması sebebi ile, öğrencilere kalacak yer bulma konusu, normalden biraz daha zor gerçekleşiyor. Nasıl desem, Silivri'nin barınma alt yapısı henüz yeterli değil. İlçe yeni yeni kabulleniyor öğrencileri. Sistem de ona göre yavaş yavaş oturacaktır elbet.
 Bu şartların getirdiği esas zorluk ise şu, talep bir anda çoğalınca, fiyatlar da epey yükselmiş. Öğrenciler gelmeden önce ortalama olarak 300 - 500 lira arasında olan kiralar, öğrencilerin gelmesi ile birlikte şu anda 800 - 1300 lira ortalamalarında.

  Fiyatların nasıl değiştiğine dair açıklamayı yaptıktan sonra Silivri için 'fırsatçılar diyarı' dersem, sanırım durumu çok iyi özetlemiş olurum.

 Herkesi ise bu duruma dahil edemem. Zira iyi niyetli insanlarımız da var, ama gel gör ki sayıları epey az. Öğrenciler üzerine dönen bir ilçe ekonomisinden pek de farklı bir şey beklenemezdi diyorum kendi kendime, zira ülkemizin çoğu yerinde de durum maalesef bu şekilde.

 Ev kiralamasından, bir mekana oturup yemek yemesine, genel olarak pahalı Silivri'de yaşam.

 Öğrencilerin olduğu her yer böyle pahalıdır zaten diyecekler için, şu açıklamayı yapmak isterim. Fiyat aralığı biraz da şehrin yaşam kalitesi ile ilgili olmalı. Örnek olarak, Antalya'ya yatay geçiş yapmayı düşündüm ve barınma ihtiyacım için birkaç kalacak yer araştırdım. Anladım ki, öğrenci olarak Antalya'da yaşamak, Silivri'de yaşamaktan daha ucuz ve çok daha iyi. Yani şunun altını çizmek istiyorum, etkinlik ve imkanlar anlamında Silivri, Antalya'nın aksine çok zayıf, ama fiyatlar ise tam tersi bir mükemmeliyet ahengi içinde epey pahalı.

 Kısıtlı imkanların ve yüksek fiyatların olduğu bir ortamda, Silivri'ye ilk defa gelenler biraz sıkıntı çekebiliyor. Okulun ilk günlerinde başımıza gelen olay da bu sebepler dolayısı ile yaşandı.

 Arkadaşım Mehmet ile okulun giriş katındaki lavaboya girdik. Ellerimizi yıkarken, yüzünü gözünü peçete ile silen yaşlı bir amca yanaştı bize.

 - Çocuklar Silivri ile ilgili ne kadar bilginiz var? Kızım için kiralık bir ev arıyorum. İlk sene annesi ile kalacak. Henüz uygun bir yer bulamadık.

 Bizde amcayı emlakçılara yönlendirdik. Çünkü Silivri'de piyasanın nabzını emlakçılar tutuyor. Eşyalı ve nezih evlerin çoğunluğu onların ellerinde, tabii bir kirayı da komisyon olarak alıyorlar ve bu da öğrenciler için işleri epey zorlaştıran faktörlerin başında geliyor.

 Biraz daha konuşunca anladık ki amcanın ve ailesinin Silivri'de ikinci günleriymiş ve hala uygun bir ev bulamamışlar. Tanıdıkları kimse de yok. İlk gece eşi ile kızı devlete ait bir kurumda kalmış ücret karşılığı, ama amca kalamıyor. Bu gece de yine aynı durumun söz konusu olduğunu söyleyince, biz de evimize davet ettik. İşler hallolana kadar gelip kalabilirsin diye de belirttik evin müsait olduğunu. Sonra da eşi ve kızı ile tanıştırdı bizi, amca ile telefon numaralarımızı alıp verdikten sonra akşam görüşmek üzere ayrıldık.

 Okuldan sonra eve geldik ve akşam saat yedi civarlarında da amca geldi. Gelirken de balık almış, mis gibi balık yaptı bize. Amca hayat tecrübesinin üzerine bir de Karadeniz'li olunca balıktan da anlıyor haliyle. Buradan tekrar ellerine sağlık demek istiyorum kendisine. Zira öğrenci evi için normal seviyenin üstünde yemekler bunlar. Sonra öğreniyoruz ki, emekliymiş zaten, memlekette de ufak ufak balıkçılık ile uğraşıyormuş. Eşi de emekliymiş. İki emekli insan, Ordu'dan Silivri'ye tek bir amaçla gelmişler, geleceğini inşa etmeye çalışan kızlarına yardımcı olmak. Bu amaç doğrultusunda da ona rahat edebileceği bir ev bulmak. Ama gel gör ki ev bulma konusu baya sıkıntılı ve görüyoruz ki amcayı da epey yıpratmış bu mesele. '' Bizim oralarda bu duruma düşen biri olacak ve insanlar ona idareten kalacak yer vermeyecek! '' diyor sitemkar bir tavırla. Ardından da ekliyor '' Allah razı olsun sizden. ''

 Biraz daha konuşunca şunu açıklıyor bize, meğer amca o lavaboya ağlamak için gelmiş, bir şeyleri olduramadığı için kendine kızmış ve gözyaşlarını tutamamış, ağlarken de eşi ile kızı görmesin diye lavaboya girmiş. Sonuç olarak kalacak uygun bir yer bulamamış kızına, kendisine de bu süreçte idareten kalacak bir yer bulamamış. Emekli olan bir baba, bilmediği, yardım alamadığı bir yerde...

 Böyledir yeni dünya düzeni, insanlar durduk yere birbirine destek olmaz, iyi davranmaz. Herkes kendi çıkarlarına bakar, mecbur kalmadıkça da çıkarı olmayan bir olaya dahil olmaz. Zor duruma düştüysen, geçmiş olsun. Bir de meşhur laf var ya hani, '' İnsanlar senin denizde boğuştuğun dalgalara bakmaz, gemiyi kıyıya getirip getiremediğine bakar. '' Bu lafı söyleyen zihniyetler yüzünden sen de bu hallere düştün amcacığım, hepsi insanlığın suçu aslında, hepsi bizim suçumuz...

 Diyemedim!!!

 Amca ile biraz daha sohbet ettik ve sonra duş aldı, birimizin odasını da hazırlamıştık zaten, geçti yattı. Sabah da kalkıp gitmiş, ev bulmak için. Sonra da haber verdi bize telefondan, okulun yakınlarında kendi şartlarına uygun bir ev bulmuşlar. Eşi ile kızı düzenini kuruyormuş nihayet.

 Düşününce olay ne kadar basit. Üniversite kazanan kızını, Silivri'ye yerleştirecek. Binlerce öğrenci ailesinin yaptığını, emekli amcamız da yapacak. Aslında her şey çok kolay şekilde hallolabilir. Ama insanlar olarak birbirimize o kadar çok zorluk çıkarıyoruz ki!!! Hem de öyle böyle değil, emekli bir babayı, ailesine mahcup edip lavabo köşesinde gizlice ağlatabilecek kadar! Beraber yaşamamızı  sağlayan sistemin çok eksiği var, bu doğru. İnsanları fazlasıyla mağdur eden bir sistem olduğu da aşikar. Ama sistemin temelinde yine insanlar, yani biz varız. Her şeyi olmasa da, bazı şeyleri birbirimiz için çok daha kolay hale getirebiliriz. Hayatı daha yaşanır kılabiliriz. Daha paylaşımcı, daha yardımsever olabiliriz.

 Eğer elimizi taşın altına koymayı öğrenemezsek, öğrenmek istemezsek, vicdanımızı görmezden gelmeye devam edersek, bizim babalarımız daha çoook ağlar!!!













Hikaye: İnanmak ve Zamanın Sınırları


  Saatler ile zamanın ' olağanüstü ' bağlantısını anlamış bir insan için, bazen farklılıklar olabilirdi, bu sıradan dünyada.


 Bir senaryo yarışmasının getirileri bellidir. Ya da biz öyle sanırız.

 Senaryo yarışmasının detaylarını incelerken, kendi tarzını nasıl yansıtabileceğini de düşünüyordu. Bilirsiniz, farklı hisseden bir insan, bunu paylaşabilirse, başarılı olur. 

 Normal insanlardan ve de hayat standartlarından sıkılıp, bilim ve fantastik gibi kavramlara sığınmış birinin senaryosu birazcık 'düşsel' olabilir, yani gerçeküstü.


 Saat başı ile birlikte çalan saatinin tik-tak ağırlığı, onu, yelkovanla akrep ilişkisinin derinliğine itti.

 Zamanda yolculuk. Zaman yolculuğu. Geçmişe ya da geleceğe gitmek!

 Evet, senaryosunun konusu belli olmuştu.

 Akabinde bilgisayarda hızlıca yaptığı araştırmalar ona birkaç sonuç vermişti. Ama her konuda olduğu gibi, bu konuda da olabilirciler ve olamazcılar mevcuttu.

 Absürt yorumlardan ziyade Stephen Hawking 'in teorileri çok hoşuna gitmişti ve kalbinin bir köşesinde o da inanıyordu olabileceğine. Zamanda yolculuk mümkün! diye düşünecekti, düşündü, düşünüyordu..

 Araştırmasına devam edip, senaryo yarışmasına katılacağı konu için zamanda yolculuk ile ilgili filmlere bakarken, aklına düşen fikrin peşine takıldı...

 ''Zaman'' kavramı tam olarak neydi? Bildiklerimiz bu kavramı doğru şekilde algılamamızı sağlıyor muydu? Yani doğru hissiyat bu muydu?

 Hissetmek! Asıl mesele buydu. Bir şeylerin değişmesi ya da yaşanabilmesi için, bazen sadece 'inanmak' gerekirdi. 

 Işığı kapatıp iyice muma odaklandı. Bu ufacık ışık zerresi, bir ışın farkı ile ona istediğini verebilir miydi?

 Uyandığında, monoton hayatının heyecansız anında, köhne sabahındaydı. Sönmüş mumun cesedi, istediğini alamadığının göstergesiydi. Kendince kırılıp, umutsuzlaşan bir canlı, nefes alıp verme hakkını böyle anlarda istemeyebilirdi. Okyanusun yorduğu gemilerin kıyıya vurması gibi, o da kendini yağmurlu havaya iliştirdi. Yağmurlu havanın etkisiyle ortaya çıkmış olan salyangozlar dikkatini çekti. İlerliyorlardı. Tüm imkansızlıklara ve umutsuzluklara rağmen ilerliyorlardı. Dünyanın yıldırıcı kurallarından bihaber gibiydiler. Herkese ve her şeye rağmen devam edebilmek... Hiç yenilmemek buydu. Derin bir nefes aldı ve filizlenmiş umudu ile eve döndü.

  Zamanla ilgili kitaplar okuyup, derin araştırmalar yaptı.

 Zamansal algısı, zamanın zincirlerinin kırılabileceğinin farkına vardığında, kararmıştı saatin aydınlık yüzü.

Mumları yaktı bu sefer, yeni benliğiyle..
Bu mumlar umutlarıydı, kaçışlarıydı ve en önemlisi heyecanıydı.

 Mumların ışık şölenine daldı. Sessizliğin büyüsünde 'olmazlarına' inandı. Zaman, zamanı kovaladı ve derinine indi saatin karanlık yüzünün.



 Gecenin pervasızlığında ışığın tatlı dokunuşuyla uyandı. Masanın solunda balkon kapısından gelen ışıltıyı gördü. Sanki, zaman durmuştu. Bir anda anımsadı..  Zamanda Yolculuk!!!

 Bunca olmazın arasında, bir inanç tohumunun ona sunduğuna sarıldı. Merak ettiğine, heyecanlandığına... 

Deneyimlemenin eşsiz hissiyatına erişti...


 Sabah, yatağında ter içinde uyandığında, bambaşka hissediyordu. 

 Sönmüş mum mezarlığına baktı ve bir anda olanları hatırladı. Tarihe dair tanıklık ettiği olayların sıcaklığını hissetti..  Mümkün müydü? Zaman yolcusu mu olmuştu? 

Elde kalanlar, bir inanmışın akıl almayacak mucizesi miydi? 
Yoksa hayalperest bir senaristin rüyası mı?

Açık kalmış balkon kapısından gelen rüzgarı hissetti.

Gülümsedi...

İnanmışlığın kadim hissiyatını yaşamıştı bir kere, bir daha yenilmeyecekti.


                                      
                                                                  



Hikaye: Kendimizle Kavgamız


‘’ Bir merdivenin üzerine basılmaktan yeterince çukurlaşmamış basamağı, basamağın kendi açısından, ıssız çatılmış bir tahta parçasıdır yalnız.’’
             
- Franz Kafka


 Kitabı pencerenin yanına bıraktı ve camdaki yağmur damlalarını seyretmeye koyuldu. Böyle günlerde daha çok sorgulardı nedense. Sorgulamak, onun şimdi olduğu yerden ziyade, olmak istediği yerlere ait çözümlemelerdi. Nerede olmak ve ne şekilde olmak? Uzun zamandır cevaplarını veremediği bu sorularla arasında çıkan kavganın galibi zaten belliydi. İnsanın bu sorulara cevap verebilmesi için, önce kendini yenmesi gerekirdi.

 Aniden çalan telefon bu düşünce kargaşasına son verdi. İşe gitmesi gerektiğini hatırladı. ‘’ İş! ’’ diye düşündü. Bir türlü sevemediği ama aynı şekilde bir türlü kopamadığı o muhteşem kariyeri. Telefonun öteki ucundaki ses ‘’ niye cevap vermiyorsun? ‘’ diye bağırınca kendine geldi. ‘’ Yarım saate geliyorum Handan Hanım ‘’ diyerek cevap verdi, zorla ve kibarca. Her gün yaptığı hazırlık ritüellerinden sonra evden çıktı ve aynı şekilde her gün kullandığı servisi bindi. Yağmurdan olsa gerek, bugün her zamankinden daha zordu. Her şeye rağmen on dakikalık yola ne düşler sığacaktı birazdan. Ama esasında bu da onun ritüeli sayılırdı. Yılların birikmiş hayal kırıklıkları tam da bu yağmurlu günde, yağmurla birlik olup üzerine yağmaya karar vermişlerdi sanki. Normalden çok daha fazlaydı bu sorgulama. Biraz başını bile ağrıtmıştı. Derin bir nefes aldı ve düşüncelerinden kurtulmak için çantasından çıkardığı kitabın rastgele bir sayfasını açtı.

 ‘’ Cennette yaşamak üzere yaratılmıştık ve Cennet bize hizmet etmek için düzenlenmişti. Sonra yazgımız değiştirildi. Cennet’in yazgısında da bir değişiklik oldu mu, bu hiçbir yerde belirtilmiyor. ‘’
             
- Franz Kafka


 Bu cümleler, bu sorgulama… Öylesine iyi gelmişti ki ona, bir anda yalnız olmadığını hissetti. Belki çok azdı sayıları ama nihayetinde hayatı sorgulayan başkaları da vardı. Çok içerden, en derinlerden tanıdık bir ses yapması gerekeni söyledi. Yıllardır hiç direnemeden mağlup olduğu bir kavga vardı ya hani, işte tam da şimdi…

Bu kavgaya, bu anlamsızlığa son verecekti.

Vatan Olabilme Yolunda Edebiyat Sancıları ( Tiyatro Oyunu Denemesi )


                                                PERDE 1

                  İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.
                        
                  Şüheda gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
                        
                  O rüku olmasa, dünyada eğilmez başlar…

 Sahnedeki tüm ışıklar kapalıdır ve Direniş Dergisi’nin gizli kurucusu Zafer Bey, Mehmet Akif Ersoy’un ‘’Çanakkale Şehitlerine’’ adlı şiirinden yukarıdaki satırları, bir mum eşliğinde okumaktadır. Eğilmez başlar kısmını okuduğu anda, diğer satıra geçemeden kapı çalar. Zafer Bey mumu eline alır ve önce ışığı açar, sonra da mumu söndürerek kapıya yanaşır.

 Zafer Bey: Kimdir bu saatte gelen?

 Kapıdaki, derginin gizli gönüllülerinden Mehmet’tir. Mehmet sessizce konuşur…

 Mehmet: Ben geldim Zafer Abi, Mehmet.

 Zafer kapıyı açar ve ‘’hoş geldin kardeşim’’ der. Sonrada sessizce içeri geçerler ve sarılırlar.

 Mehmet: Abi ışıklar kapalıydı, yine mi şiir okuyordun?

 Zafer: Böyle günlerde, Mehmet Akif’in sözleri de olmasa… Bilmiyorum ne yapardık? Hem siz gelene kadar ışıkları da kapalı tutmuş olurum dedim. Sahi Namık’lar nerede?

 Mehmet: Haber yollamışlar bana, biraz geç kalabilirlermiş. Basım için gerekli malzemeleri bulmak gittikçe zorlaşıyor. Dergi ses getirdikçe, ülkedeki sözde dostlar peşimize düşüyor. Ama biz her zamankinden daha fazla dikkatliyiz abi. Allah’ında izniyle hakkından geliyoruz zorlukların.

 Zafer Bey: Bak Mehmet; Bu insanlara umut lazım, halden anlayan lazım. İnsanlar bu dergiyi okudukça, anlıyorlar ki yalnız değiller. Bu vatanın toprakları son birkaç yılda çok değişti. İnsanlar çok şey kaybetti. Bu topraklar da, insanlarla birlikte yas tuttu. İnsanlar eksildikçe, toprakta kurudu. Bu insanlar, artık sadece bu topraklarda yaşayabilirler. O yüzden aslanım, elimizden gelenin fazlasını yapacağız.

 Konuşma bittikten sonra kapı çalar ve kapıdakiler Namık ile Mustafa’dır. Zafer Bey, Mehmet’e sus işareti yapar ve kapıya yanaşır.

Zafer Bey: Kimdir bu saatte gelen?

Namık sessizce konuşur…

Namık: Biz geldik Zafer Abi, Namık ve Mustafa.

Zafer bey kapıyı açar ve ‘’Hoş geldiniz’’ der. İçeri girerler ve sarılırlar.
 ( Namık’ da malzemeler de vardır. )

Namık: Abi yeni durumlar var. Hani ulusal marş yarışması vardı ya, seninki ‘’bu işler paralı mı olur?’’ deyip katılmamıştı. Bakan Hamdullah Suphi Bey şahsen rica etmiş ve Akif Bey’de ikna olmuş sonunda.

Mehmet: Mehmet Akif Ersoy’da mı katılıyor yani şimdi?

Namık: Aynen öyle kardeşim. Kazanırsa da ödülü bağışlayacakmış. Bu şart ile kabul etmiş yarışmaya katılmayı.

Zafer Bey: Bak bu çok güzel bir haber işte. Katılanların içinde de epey kuvvetli kalemi olanlar var ama Mehmet Akif Ersoy’un ‘’Çanakkale Şehitlerine’’ adlı şiirini, savaşı görmeden yazdığını unutmayalım. Onun kaleminden başka bir hissiyat dökülüyor. Öyle bir hisleniyor ki, sanki kalemi yazmıyor da, tek tek hepimize sesleniyor.

Mustafa: Bu haberi yarın ki dergiye yetiştirebilir miyiz? Herkesin duyması lazım bunu.
Zafer Bey: Sizin gibi şuurlu ve fedakar insanlar oldukça, yetiştiririz evelallah. Alabildiniz mi malzemeleri?

Namık: Aldık abi, ama dikkat çekmemek için çok zaman kaybettik. Birileri bize engel olmak istiyor.

Zafer Bey: Yarın düzenli ordunun Eskişehir’de ilk zaferinin detaylarını yayımlayınca iyice rahatsız olacaklar. Dergileri gün aymadan dağıtırız sokaklara. Sonra da marş yarışmasının sonuçları belli olana kadar toplanmayalım. Dikkat çekmeyelim bu ara. Malum hassas bir dönemden geçiyoruz, özellikle de bu topraklar için çok hassas bir dönem. Bugün yapılan tüm fedakarlıklar sayesinde, inşallah bizden sonrakilerin gidecek yepyeni bir yolu olacak.

 Derin bir nefes alarak…

 Hadi şimdi işe koyulalım.

 Işık kapatılır ve perde bitmiş olur.

                                                               

                                               PERDE 2

 Birkaç hafta sonra…

Tabelaya yazılmış yazı ya da başka bir şekilde zamanın geçtiği gösterilir.

 Işıkların kapalı olduğu sahnede; Yanan birkaç mum eşliğinde, Zafer Bey, Mehmet, Namık ve Mustafa konuşmaktadır.


 Zafer Bey: Kardeşlerim, arkadaşlarım, hepinizin yüreğine sağlık. Ne badireler atlattık ama bir şekilde insanlara yalnız olmadıklarını hatırlattık. Belki bizi kimse hatırlamayacak, tarih bizi yazmayacak, ama Mehmet Akif Ersoy’un yüreğinden çıkan bu marş, bizi birbirimize sımsıkı bağlayacak. Bu vatan ile İstiklal Marşı’nın yazgısı bir olacak. Direniş Dergisi görevini yerine getirdi ve ömrünü doldurdu. Ama İstiklal Marşı, vatan uğruna yapılan fedakarlıkların, vazgeçilen hayatların, hepsinin ama hepsinin her daim temsilcisi olacak. Bu vatanın istiklali olsun diye, bu gece son kez Direniş Dergisi sokaklara koşacak. Tarihin yazmadığı tüm vatanseverler, bu vatanın marşını tarihe yazacak, bu marş gelecek nesillere umut taşıyacak, ışık olacak.

 Zafer Bey konuşmasını bitirir, mumları söndürürler ve perde bitmiş olur.
                                                          


                                                PERDE 3


     Yine bir tabelayla zaman gösterilir ve bu sefer günümüze gelmişizdir.

     Otogar da bir genç, dokuz-on arkadaşı tarafından askere uğurlanmaktadır.
‘’ En büyük asker bizim asker.’’ sesleri eşliğinde genç adam otobüse biner. 
 Otobüse binen genç adam, otobüsün ön camından tüm seyircilere bakıyordur. Sonra genç adamı uğurlayanlar otobüse bakar şekilde hazır ola geçer, genç adam da otobüsün ön camından tüm seyircilere bakar pozisyonda hazır ola geçer. Hep beraber İstiklal Marşı’nı söylemeye başlarlar ve hemen ardından İstiklal Marşı tüm salona verilir. Marş çalmaya başladığı andan itibaren tüm sahne karartılır ve sadece tepedeki Ay Yıldızlı Bayrak ışıklandırılır.

Tecrübeli Esnaf Mehmet Akbulut ile: Sındırgı'nın ve Türkiye'nin, Dünden Bugüne Mobilya & Beyaz Eşya Ticareti

                                                            Herkese Merhaba (:

* İlk röportajım olması dolayısı ile Enişteme ( Mehmet Akbulut ) çok teşekkür ediyorum. * 


  Burak: Öncelikle hoş geldiniz. Akbulut Ticaret faal olarak ne zamandır var ve siz mobilya & beyaz eşya sektörüne gireli ne kadar oldu? Sektöre girişiniz ve zamanında bu işe başlarken beklentileriniz nelerdi?

 Mehmet Akbulut: Teşekkür ederim. Akbulut Ticaret 1950'de sektöre girdi. Ben ise 1991 yılında aktif şekilde piyasada rol almaya başladım. O zamanki beklentilerim yaş, sektörde yeni oluşum, Sındırgı'nın piyasa darlığı sebepleri ile fazla değildi. Zaten o zamanlar mobilyalara ulaşmak da zordu. Çevremizde İnegöl / Bursa ve Karabağlar / İzmir gibi üretim yerleri vardı mobilya alabileceğimiz. Ama dediğim gibi imkanlar genel olarak kısıtlıydı.

* Sizin ilk yıllarınızdaki Akbulut Ticaret satış alanları ile bugünkü satış alanları arasında nasıl farklar var? Yani mağazadaki ticaret hacmi ne yönde değişti? İlk yıllarda mağazada satılan, ama şu an piyasada olmayan neler var mesela? Olmayanların yerini hangi yeni ürünler aldı?

- 1990'lı yıllar ile birlikte sektör büyümeye başladı. Bizden önce esasen manifatura ve konfeksiyon işi vardı. Bu işi yapanlar zamanla mobilya & beyaz eşya sektörüne girmeyi tercih etti. Yani esas değişim, ürün değişiminden ziyade, mobilya & beyaz eşya ticaretinin, hacminin büyümesi ile oldu.

* Mobilya & beyaz eşya mağazasının işleyiş şekli nasıldır? Ürünler nerelerden, hangi şartlarla alınır, nasıl ve neye göre seçilir? Tasarımsal olarak nelere dikkat edilir bu ürünlerde, yani ürünün Akbulut Ticaret'te satılabilmesi için hangi kriterleri taşıması gerekir?

- Önceden az sayıdaki üretim yerine (İnegöl / Bursa gibi ) gidip, mobilyaları beğenir ve anlaştığımız aracılar ile mağazamıza getirirdik. Bu şartlarda mobilya & beyaz eşyayı getirmek çok zordu. Ama sonrasında 1996 - 1998 civarında markalar dönemi başladı. Bu markalaşma ile mobilya ve beyaz eşyaya ulaşım kolaylaştı. Büyük markalar mobilya ve beyaz eşyalarını, mağazalara kendileri getirmeye başladılar. Biz ise mağazamızdan ürün kataloglarına bakarak, satmak istediğimiz ürünlere kolayca erişim sağladık. Esasen firmalar satacakları bölgeye göre katalog tasarlıyorlar. Yani bize gelen katalog ile İzmir'deki mağazaya giden katalog aynı değil. Tasarımsal süreç ise bu katalogların yönlendirmesi ile gelişiyor genel olarak. Sındırgı'da köklü bir firmayız. Bunun getirisi olarak pek çok birinci sınıf marka ile çalıştık. Ama alım gücünü de göz önüne alarak, çalıştığımız firmalar konusunda bazı değişimler de yaşadık. Lakin her koşulda 'İyi Ürün' esas satma kriterimiz oldu.

* Peki ekonomik faktörler nasıl etkiliyor ticaretinizi? Mesela ufak bir ilçede mobilya & beyaz eşya ticareti yapmak ile büyük şehirde yapmak arasında çok fark var. Zira en başta talep farkı var. Siz bu değerlendirmeyi neye göre yapıyorsunuz? İlçede ticaret yapmak ile büyük şehirde ticaret yapmanın farkları nelerdir genel olarak?

- Büyük şehirde ticaret yapsaydık, her şeyden önce tercihler değişirdi. Talep değişeceği için, bizim ticaretimizin hacmi de değişirdi. İzmir gibi bir yerde belki daha çok büyüyebilirdik. Tam olarak doğru örnek olmasa da, marketlerin büyük şehirlerde talep doğrultusunda büyüdüğünü biliyoruz. 2000'lerin başında tütünün kazandırmamaya başladığı bir dönem var. Yani halkın alım gücü gözle görülür şekilde düştü. Mesela biz o dönemde, buradan İzmir'e - İstanbul'a işçi olarak giden gençlere satış yaptık. Bir ara ticaretimiz böyle gerçekleşti ve biz de bu doğrultuda mağazada bir değişim yaşadık. Yine aynı dönemde birinci sınıf markaların baskısını da hissettik. Alım gücünün azaldığı bu dönemde, her şey normalmiş gibi aynı çarkı ( maddi koşulları ) döndürmek istediler, yani mobilya & beyaz eşya almak zorlaştı. Yaşananlar doğrultusunda anlaşmalı olduğumuz markaları değiştirdik. Ama bunun neticesinde birkaç yıllık zorlu bir dönem oldu. Anlayacağınız, bu sektörde çalıştığınız markaları değiştirmekte zor olabiliyor. Ayrıca Sındırgı'nın göç vermesi ile ticaret alanımız da küçüldü tabii.

* Birinci sınıf mobilya & beyaz eşya markaları ile, bir alt seviyede kalan markalar arasındaki fark ne kadar büyük? Birinci sınıf ürünler bu kadar pahalı olmayı hak ediyor mu gerçekten?

- Artık kötü ürün yok denecek kadar az piyasada, hala nadir de olsa var tabii ama kalite tabanı genel olarak belirli bir seviyede sabitlendi. Birinci sınıf markalar ise gerçekten çok kaliteli, verilen paraya da değiyor. Daha pahalı ama daha iyiler. Kullandıkları malzemeler, ürün içindeki sünger, hepsi birinci sınıf. Bunlar da maliyet demek ve bu da satış fiyatının artması demek. İmkanı olan insanlar için bu markalar daha ideal diyebiliriz.

* Ekonomik faktörlere değinecek olursak, dünden bugüne değişen sektörde, ödeme koşulları nasıl mesela? Eskiden mi daha kolaydı ticaret yapmak, ya da şimdi mi daha kolay? Genel olarak nasıl oldu değişim. Mesela bir mobilya & beyaz eşya mağazası açmak eskiye göre ne kadar cazip? Ödeme şartları kolaylaştı mı zorlaştı mı? 

- Eskiye oranla köyler boşaldı. Köyler dolu olsa satış imkanımız artacak tabii. Bu şartlarda Sındırgı'daki ticari hayat için zorlaştı demek doğru olur. Eskiden daha kolaydı. Mobilya & beyaz eşya alabileceğimiz yer çoğaldı ama satabilme ihtimalimiz azaldı. 2000'den sonra daha da zorlaştı bu işler zaten. Yine eskiye oranla kalite arttı ama satış hacminin pozitifliği tartışılır. Genel olarak bu işi yapmak zorlaştı diyebiliriz.

* Bugünkü şartlarda mobilya & beyaz eşya sektörüne girmek isteyen bir girişimciye nasıl tavsiyeleriniz olur? Yatırım yaparken nelere dikkat etsin, neleri göze alsın?

- İyi markalarla çalışsın. İnsanlar uzun garanti süreleri istiyor, bu faktöre göre firmalar seçsin. Kırsalda çevre edinmiş olması da çok önemli. Ayrıca halı, perde ticareti de yapsın. 200 bin lira civarında sermaye ile kırsalda çok rahat bu iş alanına girebilir. Ama en önemlisi güvenilir olması, insanların güvenini kazanabilmesi.

Mehmet Akbulut
Akbulut Ticaret Mağazası'nda


* Mobilya sektörünün son 15 - 20 yılda Türkiye'de daha da geliştiği ve piyasadaki ticaret hacminin büyüdüğü söyleniyor. Türkiye'de mobilya sektörü konum olarak neredeydi ve nerelere gelir? Piyasanın nabzını tutan biri olarak, genel gidişat nasıl?

- Ekonomi normal seyrinde devam ederse, mobilya sektörü daha da büyüyecek. Mesela kur farkı bizim sektörü de çok etkiledi. Eğer kur farkı gibi ekonomi dalgalanmalarını kontrol edebilirsek, mobilyanın daha gidecek çok yolu var. Mesela eşim bile 4 - 5 sene aynı eşyayı kullanınca değiştirelim demeye başlıyor. Ama bazı insanlar ise bana şöyle derdi, '' Senden aldığımız koltukta 20 senedir oturuyoruz. ''
 Artık bunlarda değişiyor. İnsanlar genel olarak daha fazla alıyor, yeni olsun istiyor. Tüketim ekonomisi var artık. İnsanlar bu bakış açısına sahip.

* Benim de bu konuda şöyle bir anım var. İstanbul'da özel bir hastanede hemşirelik yapıyordum. Orada tanıştığım Personel Tekin Abi vardı. Asgari ücret ile çalışıyordu. Ama 15 çift marka ayakkabısı vardı. Aldığı maaşı büyük oranda ihtiyacı olmayan şeylere harcıyordu.

* Peki bu sektör size neler kattı? İlk başladığınız günden bu yana ne gibi değişimlere sebep oldu karakterinizde? Müşteriler ile ilişkiniz olsun, büyük firmalar ile ilişkiniz olsun, ne gibi tecrübeler getirdi size?

- Bazı firmalar önce kendini düşünür. Biz burada onun memuru gibiyizdir. Zamanla bunları öğrenip, ticari manada potansiyelimi daha iyi kullanmaya başladım.

* Doğrusuyla yanlışıyla yılların birikimi. Binlerce iş, binlerce diyalog, iyi - kötü / az - çok yaşanmışlıklar. Bunları genel olarak düşündüğünüzde neleri farklı yapmak isterdiniz? Ticaret açısından, hayat açısından, şunu daha farklı yapabilirdim ya da şu olaylardan çok daha farklı sonuçlar alabilirdim dediğiniz oluyor mu?

- Bazı firmalarla hiç çalışmak istemezdim. Bunlar banka sistemi gibi çalışan firmalar, ticari serbestliğini kısıtlıyorlar. Sizi genel anlamda yıpratıyorlar ve bu işten zevk almanızı engelliyorlar. Yani birinci sınıf firmalarla çalışma şartları çok ağır ve onlarla uzlaşmak gerçekten zor olabiliyor.

* Bu sektörde yaşanmışlıklarınızın nihayetinde, dünyaya bir daha gelseniz, yine bu şekilde mobilya & beyaz eşya üzerine ticaret yapmak ister miydiniz?  Meslek olarak tekrar seçer miydiniz mobilya & beyaz eşya esnaflığını?

- Mobilya çok güzel. Beyaz eşya konusu ise çok sıkıntılı, ticareti zor.

* Köylere, ilçeye ve yeri geliyor uzaklara ticaret yapıyorsunuz. Ama bunları mağazaya seçip alan sizsiniz. Böyle bakınca, hayatlarına alacakları eşyaları, sizin seçtikleriniz arasından beğenip, kendi evlerinde onlara yer veriyorlar. Bu çok güzel bir duygu değil mi?

- Kesinlikle öyle.

* Son olarak benim bahsetmediğim ama konuşulması gerekenler varsa söyleyebilirsiniz.

- Bu işte maddi anlamda iyi bir kazanç var ama mağazanızın konumu ve büyüklüğü çok önemli. Mağazanızın estetiği çok önemli. Fiyatlar daha makul olsaydı da, ticaret yapan herkes rahat etseydi. Ben isterim ki, önce mobilyayı seçsinler, sonra fiyatta anlaşalım. Ama bugünkü ekonomik şartlarda bu pek mümkün olmuyor.

* Röportajlarımda herkese soracağım klasik bir soru var. Sizi en çok etkileyen üç film, kitap ya da dizi?

-
Çağrı ( Film )
- Hz.Yusuf ( Dizi )
- Davam ( Kitap ) ( Yazar: Necmettin Erbakan )