Mavi Bir Hikâye


 Habersiz olduğum bir hastalık annemin can topraklarından suyu çekerken, yıllar sonra bizim hayatlarımız için malumun ilamı gibi olsa da kuraklığın yegâne sebebi babammış; dönemeyeceği bir yere gitmiş, gitmek isteyerek mi gitmiş bunu anlayamamıştım o zamanlar. Gözümü açtığımda kasabadaydık, annemin gençliğinin sahibi mavi memleketinde. Burada bizi bekleyen eski bir ev vardı ve annemin memleketinin aksine maviden ziyade siyaha çalıyordu. Eve ilk girişimizi hatırlıyorum, duvarlar kapkara ve yerler hem pis hem de eski. Burnumun direği sızlıyor, gerisin geriye çıkmak istiyorum evden ama annemin kulağıma fısıldadıkları geliyor aklıma, susuyorum. Üstelik benim aksime annem gülümsüyor, uzun zaman sonra ilk defa benim için değil de kendisi için gülümsüyor… Anlıyorum ki seveceğim bu siyah evi, mavi kasabayı.

 Kasaba demişken; birkaç günde görüyorum ki deniz ile yaşayan çocuklar garip şekilde neşeli. Biz; acayip yerlerden geliyoruz ve arkadaşlarım böyle şen değil, zaten bizim oralar da mavi değil. Sapsarı kumu avuçluyorum, sıcacık, elim yanıyor. Anneme bakıyorum, o zaten bana bakıyor. Onu televizyondaki meşhur kadına benzetiyorum, ama annemin rengi daha soluk. Bilmiyorum belki de o kadının rengi daha koyudur, yoksa herkes yamacında yaşadığı renklere mi benzemek zorunda? Bir rengi seçseydim hangisi olurdu? Derken ansızın televizyondaki kadını görüyorum annemin arkasında, gözlerim açılıyor, lakin hemen anlıyorum ki bu sadece bir resim ve üstünde de kocaman harfler. Senede Bir Gün!

 Annemin elinde tabaklar, komşuya gidiyoruz. Dünden beri resmi gördüğüm yere gitmek istiyorum ama annemden çıt yok, olmaz dışında. Sinemaymış orası, büyülüymüş. Uslu durursam ve bu tabaklar satılırsa belki gidermişiz. Annem fısıldayınca susuyorum. Şişman mı şişman bir teyze bu, kapıdan gördüğüm kadarıyla evi de çok güzel, annemle konuşuyorlar. İçeri gelin diyor, siz yabancı değilsiniz. Tabaklar çıkıyor ortaya, teyze dedim ama surat bir karış, burun kıvırıyor. Buralarda böyle şeyler pazardan alınırmış, yabancılaşıyoruz. Biz gidelim diyor annem, düş kırıklığının kapısındayız. Ev güzeldi ama biz fazlaydık diye düşünüyorum.

- Deniz, kız Deniz. Çayımı içmeden göndermem, çok özledim seni.

 Yan kapıda annem gibi kalem vücut, bahar saçlı bir kadın, ev değil de gönül sahibi olduğunu belli edercesine gülümsüyor. Anneme bakıyorum, kendini zorlayarak olur diyor. Ağlamak üzereydi aslında ama tutuyor nefesini.

 Kurabiyeler çoktan ağzıma dolmuş, ama Özge abla nefessiz yediğimden tereddütsüz emin olmak istiyor.

- Çocuk dediğin sever böyle şeyleri, bol bol yesin ki büyüsün, meyve suyundan da iç. Poşette ne var Deniz, bakabilir miyim?

  Annem bana bakıyor, kurabiye canavarını andıran halimden memnun.

- Tabaklar var, çiçek işlemeli.

 Özge abla da televizyondaki kadınlardan, güzel bir şey söylemeden önce gözlerini kocaman açıyor, mutlu edecek bizi, hissettiriyor.

- Kaç kere dedim benimkine tabaklar eksik diye, iyi denk geldi, çıkar da bakalım hadi.

 Annem bir şey demeye kalmadan poşeti kapıyor Özge abla.

- Kız Deniz; kendin güzelsin, çocuğun güzel, tabakların ayrı güzel. Nerelerdeydin sen, hiç haber alamadım. Genceciktik daha kaçtın gittin. Ama biliyordum seni tekrar göreceğimi, insan en yakın arkadaşıyla vedalaşmaz mı?

 Sahil boyu yürüyoruz annemle, varacağımız yer malum, tabaklar da satıldı.

- Özge ablayı bir daha görür müyüz anne? Hem istediğin zaman gelebilirsin de dedi bana.

 Özge ablan bir tanedir dedi annem, sapsarı kumdan bile daha sıcak gülümsemesiyle. Ardından da ekledi, zaten biz gitmezsek o gelir, bırakmaz artık bizi. Ben de öyle düşündüm, düşünmesem de inandım, çünkü kimse böyle iyi davranmamıştı bana. Büyükleri anlayamıyordum bazen, çok yanlış şeylere kafayı takıyorlardı, en azından annem yanlış olduklarını söylüyordu. Akşam esintisi ise bir başka burada, denize koşasım var ama sinemayı da merak ediyorum. Denizden bahsetmişken, bizim evin de artık maviyi çağrıştırdığını hatırlıyorum, ne de olsa annemin eli değdi bir kere. Demek ki diyorum, uğraşmak lazım siyahları mavilere dönüştürmek için. Aslında annemin sözüdür bu, güzel olsun isteyen ilgi göstermeliymiş.

 Duvarlarda bir sürü resim, televizyonda gördüğüm herkes burada. Ayrıca ufak bir kamyonun arkasında da resimler var, kasabayı dolaşıp hangi filmlerin olduğunu haber veriyormuş. Gözlerim binanın ortasına takılıyor, tabeladaki mavi boyanın üstünde beyaz harfler, Mavi Şehir Sineması. Ne güzel isim ne güzel kasaba. Hangi filme girelim diye soruyor annem, Senede Bir Gün diyorum. Aslında ben sinemada, yine annemi izlemek istiyorum.

 Acaba annem de fark ediyor mudur, bu kadının kendisine benzediğini? Soracak oluyorum ama film başlıyor. Anladığım kadarıyla, anlayamayacağım duygular söz konusu bu filmde, garipsiyorum. Film çıkışında herkes ağlamaklı, ben ise büyülenmiş halde meraklıyım. Yukarıdaki küçücük yerden gelen ışık, perdeye film olarak mı yansıyor? Bir tek bana mı garip geliyor şimdi bu? Sormak için bilet aldığımız amcaya doğru koşuyorum ki camda kocaman yazıyı görüyorum, daha demin olmayan. Cümleleri okumada hızlanıyorum artık ve gördüğüm yazıyı hemen kavrayabiliyorum.

‘’Çırak Aranıyor.’’

 Çırak ne demek diye düşünürken, amca da beni süzüyor. Çalışır mısın burada diyor, hem sinemayı da öğrenirsin. Sinemayı öğrenmek mi? Perdeye gelen büyülü ışığı mı? Düşünmeden olur diyorum, annem ise ensemde. ‘’Ne demek olur?’’

- Fena mı olur Deniz? Hem harçlığını çıkarır hem de zanaat sahibi olur. Göz kulak oluruz biz ona, hiç merak etme sen. Yarın başlasın derim ben, sen de kabul edersen.

 Annem bana bakıyor, ben anneme bakıyorum. Bakışmalara aşinayız ama bu sefer sınavımız farklı... Sinema! İlk filmi mi izlediğim gün, sinemada çırak oluyorum, yani annem izin verirse.  

 Gel zaman git zaman, gazoz satıp bilet kesmeye başlıyorum. Peyami amcanın dediğine göre de çok iyi bir çırakmışım, ama gel gör ki perdeye ışık veren gizemli odaya sokmuyor beni hala. Bu konuda çok inatçı, yani benim kadar olmasa da… Annem ise el işi kazaklarını satıyor, Peyami amca da bana harçlık vermek yerine bakkaldan alışveriş yapıyor, büyümüş sayıldığım için evin ihtiyaçlarına yardımcı olmam gerekirmiş. Çırak olmanın sorumluluğu kolay değilmiş. Filmlerdeki insanlara denk gelmek ne güzel diye düşünüyorum. Gerçi, Baba filmindeki silah severleri kapsamasa da esasen kendi filmlerimiz için daha samimi düşüncelerim.

 Sinema salonu ile harmanlanan günlerim, filmlerin gölgesinde büyütüyor beni. Bir akşam vaktinde düşüyorum yine mavi evimin yoluna. Kapıyı Özge abla açıyor, arada olur böyle sürprizleri ama hemen ardından görüyorum ki annem yatakta, rengi iyice solmuş. Çocukluk işte, üzülüyorum ama adını koyamıyorum meselemin. Özge abla yapıyor gönlümü, zaten bir annem bir de o, hep gönül yapıyorlar. Adeta gönül tamircileri kulübünün başkanları onlar. Annem için seferber olan Özge abla, beni de alıyor kanatlarının altına.

 Çocukları böylesine çok seven birinin neden çocuğu yok anlamıyorum, ama annem iyileşecekmiş, bu yüzden anlamadığım ne varsa unutuyorum.

 Ertesi gün şaşkınım, zira ansızın gizemli odada buluyorum kendimi. Peyami amca fikir değiştirmiş, sebep olarak ise vakti geldi artık diyor. Garip ama güzel. Bak diyor, bu film makarası. Önce bunu oturtacaksın araya, filmi de sırayla buralardan geçireceksin. Işık diyorum, büyülü ışık nerede? Onu da kendin izleyerek keşfedeceksin diyor ve başlıyor filmi oynatmaya. Gizemli odanın renkleri kucaklıyor beni, zamanla annem de iyileştikçe tam oluyorum. Tam olmak dediysem de tüm meselem ışığın yolu ile annemin iyi halini bilmek, gerisi de yarı çocukluk belki.

 Cennet Sineması diye bir film geldi bugün, filmperver çocuğun hikayesi de çok tanıdık, tekrar tekrar izledim. Şimdi filmin de etkisi ile birlikte çocukluğumu düşünerek yürüyorum eve, maviler geçiyor içimden. Çok olmadan da annemi görüyorum sahilde, koşup varıyorum yanına. Uzaktan annem sandığım tatlı kadın, Senede Bir Gün filmi ile sinemayı merak etmemi sağlayan hanımefendi çıkıyor, tatil için gelmiş buralara. Şaşkınlığımın ardından anlatıyorum çocukluğumu ve annem ile olan müthiş benzerliklerini. Vakitlice bitiriyoruz sohbeti ve yarın annemle tanışmak istediğini söylüyor hanımefendi, Mavi Şehir Sineması’nda. Biraz mahcup usul usul koyuluyorum yoluma. Evin kapısında bir başka sevdiğim ikinci annem karşılıyor beni, Özge abla. Ona hiç söylemedim ama ikinci annem olduğunu herkes biliyor. Lakin hali bir garip, sonra açık kapının karanlık arasından görüyorum, içerisi hüzünlü kalabalık. Yüreğim düşüyor, tutunamıyorum. Özge abla fısıldıyor kulağıma, ‘’Buradan senin için gitti, yine buraya sadece senin için geldi.’’ susuyorum.

 Kasabanın rengi hüzün. Güzel olan mavi; anlamını, yakın olduğun insanlarla bulabiliyormuş meğer. Emanetimi bırakmam diyen Özge abla ile yoldayız; yine kanatlarının altındayım ama var olabilmek için de gitmemiz lazım artık buralardan, aynı annemin yaptığı gibi, aynı Cennet Sineması’ndaki gibi.


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder