Yürümenin Felsefesi: Likya Yolu

 


 Nelson Mandela’nın yaptığı uzun ve anlamlı bir yürüyüş vardır ki pek çok şeyi değiştirmiş ve insanlık için büyük farklar yaratmıştır. Yürümenin bir eylem olarak kabul edilmesi ve insanlara hem düşünce hem de keşif imkânı sunduğunun bilincine varılması, başlı başına ruhani bir sürecin varlığını pekiştirmiştir.


 Yürümek, kendi içinde birkaç seçeneğe ve etkiye sahiptir. Mesela kendi başına yürümek ile birkaç arkadaş ile yürüyüşe çıkmak çok farklı süreçlerdir ve insan zihninde yarattığı etkiler de değişkendir. Kendi başına sakin bir yürüyüş yapan birey, birçok düşüncesinin çıkış noktasını ve onların nerelere varabileceğini farkında olmadan keşfeder, yüzeyden ziyade derinlere iner. Düşüncelerinin özellikle üstüne düşmesi gerekmez, her şey kendiliğinden gelişir, yürüyüş adeta bir terapi görevi görür. Arkadaşlar ile yapılanda ise sohbet ön plandadır ve derin düşünceler ortadan kaybolur. Birileriyle yapılan yürüyüş, daha çok vakit geçirmeye yönelik bir eylem olarak gerçekleşir ama her iki ihtimalde de vücut için çok sağlıklı bir tercihtir.






 Yürümenin felsefesine inananlar ya da kalabalık gruplar ile beraber sosyalleşmek isteyenler, bazı bölgelerdeki uzun yolculuklara talip oluyorlar. Birbirinden güzel deniz manzaraları ve rahatlatıcı doğası ile ülkemizin en uzun ve bir o kadar da hayranlık uyandıran yürüyüş rotası olarak bilinen, toplam uzunluğu da yaklaşık 555 kilometre olan Likya Yolu, arayıştaki yolcuların sık uğradığı bu özel güzergâhların başında geliyor. Yola devam edilen süre boyunca yöresel yemeklerin ön plana çıktığı ve emek dolu bahçelerin birbirinden doğal ürünleri ile sizi karşıladığı bu özel keşif zamanlarını, tek başına ya da arkadaşlarıyla deneyimleyenler çok fazla. Likya Uygarlığı’ndan izler taşıyan ve tamamlanması çok ciddi bir yürüyüş disiplini gerektiren Likya Yolu, kampseverler tarafından her yıl ziyaret ediliyor. Tek başına yürüme cesaretini gösterebilenler, Likya Yolu güzergâhındaki yüzlerce kilometreye meydan okuyor ve çok ciddi bir hazırlık aşaması gerçekleştiriyor. Yürüyüş boyunca yalnız olmanın getirdiği huzuru ve düşünce derinliğini keşfeden yolcu, hayatının anlamına dair çıkarımlarda bulunuyor. Diğer seçenekte ise ekipçe yapılan yürüyüş hali ve hem tatil hem de coğrafi keşif söz konusu. Beklentiye göre gerçekleşen tercihler, gezginler için Likya Yolu’ndan farklı deneyimleri mümkün kılıyor.

 

‘’Bu yolda tek yolcu, o. Yol, yalnız onun çevresinde tozuyor.’’

-        Bilge Karasu



Likya Yolu Röportajı

 

 Gencinden yaşlısına pek çok insanın hikâyesini kucaklayan ve bir o kadar da hayatın anlamına dair arayışları barındıran Likya Yolu’nu, yolculuğun özünü anlamış olanlar ile konuşarak, güzergâhı keşfetmek isteyen gezginlere birtakım bulgular sunmak istedim.

 




 Tam olarak bu doğrultuda, Likya Yolu’ndaki huzurlu yürüyüşünü bitirme süresini birkaç yıla yaymış ve her yıl düzenli olarak belirli bölgelerini yürüyen Turan Günay’a, macerası hakkında birkaç soru sordum.

 




Burak Ayaydın: Öncelikle hoş geldiniz. Likya Yolu’ndaki deneyimlerinizi gerçekten çok merak ediyorum. İlk olarak, bazıları Likya Yolu’nu tek başına yürüyerek hayatın anlamını uzun uzun düşünüyor. Bazıları ise bu süreci arkadaş gruplarıyla sosyalleşebileceği bir ortam olarak görüyor. Sizin Likya Yolu’nu yürüme sebebiniz nedir?

 

Turan Günay: Merhaba. Bu yolculuğa çıkma fikrimiz esasen çok eskiye dayanıyor. Ayrıca içimde bir yerde böylesine zorlu bir yürüyüşü gerçekleştirerek kendimi denemek istediğimi biliyordum. Tabii doğanın içinde olmak da çok müthiş bir şey. Mesela bahar döneminde orayı anlatmak mümkün değil, çok iyidir, çok keyiflidir. Biz de bu anlamda doğa ile iç içe olmak istedik. En nihayetinde ise biraz da macera olduğunu düşünüyorum.

 

B.A: Bu yürüyüşü gerçekleştirerek, kendinizi deneme isteğinizi dile getirdiniz. Peki insanların böylesine zorlu yolculukları deneyimleme isteği hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

T.G: İnsanın doğasında mücadele var. Örneğin Everest’te İlk Türk’e bakınca gerçekten çok zor bir iş diye düşündüm. Ama yapan kişi için de bir o kadar anlamlı. Açıkçası çevremin kırılmayacağını bilsem tek başıma bütün yolu bir kerede yürümek isterim. Orada o kadar özgür ve o kadar yalnızsın ki. Misal İstanbul’da kalabalıklar halinde yaşıyoruz ve bir şeyler için sürekli sıra bekliyoruz. Ama Likya Yolu’nda, bir kişi dahi görseniz dikkatinizi çekiyor, belki de hemen geçip gitse diye düşünüyorsunuz. Çünkü oradaki yalnızlık duygusu o kadar mükemmel ki. Doğayla bambaşka bir bütünlük halindesiniz. Tek bir yabancı bile görseniz garipsiyorsunuz, yalnızlığınız bölünsün istemiyorsunuz. Siz, daha önce hiç olmadığınız biçimde, kendi benliğiniz ile birleşiyorsunuz.

 



 

B.A: Açıklamalarınızdan hareketle, sizin için nasıl bir deneyimdi?

T.G: Kesinlikle insanın karakterini güçlendiren bir süreç. Hatta birkaç kişi ile birlikte yürürken bile böyle bu durum. Bazen hiç konuşmayalım diyoruz ve öylece yürüyoruz. Sadece anın içinde olmayı hedefliyoruz. Gerçekten müthiş rahatlatan bir şey. Yani her zorluğa rağmen orada olmak ve yürümeye devam etmek. Doğru kararlar almak için de ayrıca harika bir yer. Kendinle ve ilişkilerinle ilgili pek çok şeye karar veriyorsun, düşüncelerini derinlemesine keşfediyorsun. Doğayı bu şekilde deneyimlemek ve anlam bütünlüğünü hissedebilmek, gerçekten mucizevi.

 

B.A: Son olarak, bu anlamlı yolculuklara dair sizin eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?

 

T.G: Genç bir arkadaşımın dert edindiği kritik bir şey var ve artık ben de onun gibi düşünüyorum. Likya Yolu’nun hiçbir yerinde ateş yakılmamalı! Yanında soğuk tüketilecek gıda götür ve mangal yapma. Orada gerçekten ateş yakılmamalı. Çünkü daha önce yangın çıktığı oldu! Ayrıca arkamızda bir şey bırakmamak lazım. Sigara ya da çöp, asla atılmamalı. Aslında genel olarak hem doğada hem de şehirde buna uyulmalı zaten. Yolculuk özelinde ise yürüyüşe Fethiye’den başlamalı ve en az ağırlıkla yola çıkılmalı diye düşünüyorum. Parkur süresini çok uzun tutmamak da yine iyi bir tercih olacaktır. Zira insanın ve vücudunun sınırları var. Bir yerden sonrası gerçekten çok zorlayıcı olabiliyor. Son olarak ise bölgedeki konaklama tesislerinin, sırtınızda eşya taşımanıza gerek bırakmayan hizmetlerinden faydalanmanızı ve özellikle mevsim geçişlerinde gitmenizi öneririm.




Macera dolu rotalar ve anlamlı keşif hikâyelerinde görüşmek üzere. Şen kalın 😊

 


Farklı Bir Yaşam Deneyimi


Tüm değerli okuyuculara içten bir merhaba. Bu yazıda, alternatif barınma kültürü Tiny House’u benimsemiş olan Özveri Girgin ve Tayfun Girgin ile beraberiz. Hikâyeleri aracılığıyla böylesine keyifli bir deneyimi hissetmenin ve bu anlamlı tercihlerini okurlarım ile paylaşmanın, yeni yaşam tarzlarımıza giden yolda önemli bir yer tutacağına inanıyorum.




Burak Ayaydın: Öncelikle hoş geldiniz. Yenilikçi yaşam unsurlarınızı gerçekten merak ediyorum. İlk olarak tiny house alternatifini nasıl düşündünüz? Böyle bir ihtiyacınız olduğunu nasıl keşfettiniz?

Girgin Ailesi: Merhaba, hoş bulduk. Bizim hikâyemiz 4 sene öncesine dayanıyor. Bodrum’a taşındıktan sonra, buranın coğrafyasına çok uygun olacağına karar verdik. Aslında bir ihtiyaçtan ziyade tercih yaptık. Minimal bir yaşamın eşimle beraber bize yeterli olacağını düşündük.

B.A: Süreç nasıldı, beklediğiniz gibi ilerledi mi?

G.A: İşin içinde olan birisi olarak (Tayfur Girgin’in mesleği mimarlık) ne yapıp ne yapamayacağımı bilen bir insanım. Dolayısı ile süreç bizim için beklediğimiz gibi ve hatta biraz daha hızlı noktalandı. 29 günde evimiz hazırdı.

B.A: Alışkın olduğumuz betonarme evlere göre avantajları ve dezavantajları neler?

G.A: Avantajları saymak ile bitmez. Tabii tekrar söylüyoruz, konuyu bu coğrafya için ele alıyoruz. Öncelikle nem ve rutubet gibi konularda avantajı çok fazla. Aynı şekilde ısı yalıtımı ve dolayısıyla enerji tüketiminize de olumlu yansıyor bu durum. Deprem anında ise kesinlikle daha güvenli bir yapı. Tabii bu söylediklerim doğru yapılmış bir iş için geçerli. Çünkü her tiny houseun imalat kalitesi aynı düzeyde değil.

B.A: Konumlandırdığınız yerde bahçeniz de var. Bu anlamda doğa ile iç içe bir tiny house yaşamının detayları, etkileri neler?

G.A: Hava kalitesinin yüksek olması gibi etkenler ile tamamen doğal bir alanda yaşadığınızı hissediyorsunuz. Kuş sesleri ile uyanmak, herhangi bir komşu gürültüsünün olmaması. Sizin herhangi bir gürültü vesaire gibi konularda daha özgür olmanız. Pandemi döneminde pandemiyi yaşamamak! Bu liste uzar gider.

B.A: Evinizde bir de tepe penceresi var. Tepe Penceresinin olayı nedir? Bu ayrıntı nasıl farklar yaratıyor? Dezavantajları var mı?

G.A: Tepe camı bizim için olmaz ise olmaz detaylardan. Yağmurlu günlerde aldığımız keyif ayrı, gün içinde verdiği aydınlık ve ferahlık hissi ayrı. Dezavantajı ise ısı değerlerini yükseltiyor olması. Bu sebeple doğru kullanmak çok önemli. Ayrıca kırılmaz lamine camdan yapılması, montaj detayları, dikkat edilmesi gereken önemli hususlardan.

B.A: Tiny House ülkemizde yeni bir kültür ve belki de siz öncülerindensiniz. Peki fizibilite sürecinde örnek aldığınız modellemeler oldu mu? Tasarım anlamında size rehberlik eden birileri var mı? Hayalinizi gerçekleştirme sürecinde tam olarak nelere dikkat ettiniz?

G.A: Yurt dışındaki örnekleri çok inceledik. Hem kullanım hem de yapım detaylarına dair birçok şey öğrendik. Bu öğrendiklerimiz sadece doğru bilgiler değil tabii, özellikle yanlışları da görme fırsatımız oldu. Tasarım konusunda ise ilham aldığımız çok özel bir model var. Living Big In A Tiny House YouTube kanalında yayınlanan bir ev... Dikkat ettiğimiz en önemli konu ise kendi ihtiyaçlarımızı karşılayacak altyapıya sahip olması. Ben, bana ulaşanlara hep söylüyorum, bu tarz yapılar kişiye özeldir ve kişiye özel üretilmelidir.

B.A: Sürdürülebilirlik açısından nasıl? Bakımları zor mu ve kullanım ömrü ne kadar?

G.A: Biz de birçok şeyi yeni yeni deneyimliyoruz, ancak şu kadarını söyleyebilirim. Normal betonarme bir evden daha az bakım gerektiriyor. Ömrü ise yine imalat kalitesine göre değişir. Ancak bizim evimiz için ömrümüzü tamamlar diye düşünüyorum.

B.A: Son olarak sizin değinmek istediklerinizi de ayrıca duymak isteriz.

G.A: Bizim tasarladığımız ve yaşadığımız bu evi özetle şöyle açıklayabiliriz. İlk olarak, eşim ile hayatımızda verdiğimiz en iyi ikinci karar diyebiliriz. Biz gerçekten çok memnunuz  ve hala aktif bir şekilde 7/24 bu evde kalıyoruz. Ayrıca da dördüncü yılımıza girmek üzereyiz ve herhangi bir detayını değiştirmedik veya ekstra bir alan büyütmedik, oda eklemedik. Orijinal tasarımı büyük bir memnuniyetle kullanıyoruz.


 Not: Girgin Ailesi'nin yaşadığı tiny houseun videosu için aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz.

https://www.youtube.com/watch?v=4sdrM6XPDrc


Özveri ve Tayfun Girgin’e röportaj için çok teşekkür ediyorum. Anlamlı keşif hikâyelerinde görüşmek üzere J

Hayatta Kesin Olan Tek Şey Harekettir!

 

“Ben dünyayı gezmiyorum, dünyayı yaşıyorum. Bu, benim hayatım. Gezmek demek, sonunda hep dönülecek bir yer olduğu anlamına gelir. Benim ise döneceğim bir yer yok. Ben, dünyayı gezmiyorum, dünyayı yaşıyorum.”


Dünyayı Gezen (Yaşayan) Farklı Bir İnsan: Yaklaşık 30 Yıldır!

 Daha önce böyle bir hikâyeye denk geldiniz mi bilmiyorum ama şu an, dünyadaki nadir insanlara dair özel bir yazının girizgâhındayız. Sizi, Crom ve Valine ile tanıştırmak istiyorum! Esasen ise bambaşka bir bakış açıları var. Çünkü dünyayı gezmeyi değil de dünyayı yaşamayı, sınırların ötesinde olmayı felsefe edinmiş durumdalar.



 Crom, Brezilya’da bir kabilede dünyaya gelmiş ve 13 yaşına kadar kelimenin tam anlamının hakkını vererek, vahşi doğa ile iç içe yaşamış. Valine ise Hollanda’nın Utrech şehrinde doğmuş ve alışkın olduğumuz minvalde bir hayat sürdürmüş. Crom, yaşadığı kabilenin ‘beyaz adamlar’ tarafından ormandan çıkarılması ile medeni diye adlandırdığımız dünyamız ile tanışmış. Valine ise gençliğinde mevsimlik işçi olarak yaptığı uluslararası seyahatleri artırmanın ve sıradan hissettiği hayatını değiştirmenin iyi olacağını düşünmüş, gezgin olma yolunda adımlar atmış.


 

 Birbirleri ile tanışmadan önce Crom’un yaklaşık olarak 25 yıldır dünyayı geziyor olma hali var. Valine ise bir yerlerde çalışmaya devam ederek ara ara sırt çantasını alıp uzaklara gidiyor. Farkında olmadıkları ortak noktaları ise bir karavan alarak, hep karavanda yaşamak ve hep gezmeye devam etmek beklentisi! Nihayetinde ise aralarındaki iletişim süreci hızla devam ederken, kritik bir karar veriyorlar ve eski model T3 Karavan alıp, onu sıcak bir yuva haline getiriyorlar.


 Sabit Olamayacak Kadar Farkındalık: Hep Hareket Halinde!

 Düzenli ödenmesi gereken faturalardan ve gündelik yaşamın stresinden bağımsız olmak… Monotonluğu bir kenara bırakıp, yaşamı tüm mucizeleriyle deneyimlemek!



 Tüm hayatlarını dört teker üzerinde daha da genişlettiklerini söyleyen Crom, gündelik işler yaparak ihtiyaçlarını karşılayacak kadar para kazanıyor. Valine ise internet aracılığıyla uzaktan çalışıyor ve hareket halinde olmaya devam ediyor. Ayrıca da birilerinin de sürekli yemek ısmarladığını ve incelikler yaptığını belirten çift, inandığımız (Aldandığımız) değerlere dair büyük bir sorgulama yapmamıza sebep oluyor.

 Hareketin, hayatın kendisi olduğunun altını çizen Crom, durağan bir hayat seçenlerin gerçekten yaşamadığını da özellikle belirtiyor!


“İnsanlar, toplumla uyumlu ve kabullenilmiş bir hayatı, mutlu olmak sanıyorlar.”


 Dünyaya bir kere geldiğimizi belirten Crom, yaklaşık olarak 30 yıldır dünyayı geziyor ve yaşam kavramına bambaşka bir açıdan bakıyor. Toplumun kendisine sunduğu tek alternatifi reddeden bu farklı insan, kendisini ‘sofistike bir yabani’ olarak tanımlıyor. Özünü kaybetmediğini ve 13 yaşından sonra tanıştığı bu medeni dünyayı benimsemediğini belirten Crom, aslında kendi hayatlarımıza objektif bir şekilde dışarıdan bakabilirsek, neleri kaçırdığımızı görebileceğimizi söylüyor.




Hayatlarımız Ne Kadar Tatmin Edici?

 Karavanları ile istedikleri yerde kalarak ya da bazen sürekli dolaşarak, dünyayı keşfeden bu çift, sabit fatura giderlerinden ve gündelik stresten uzak bir hayat yaşıyor. Açıkçası sadece gıda ve yakıt masrafları var ve hiç paraları olmazsa karavanı bir süre sabit tutuyorlar, ki bu da gerçekten en kötü ihtimal! Crom, yola çıktıktan sonra gerisinin bir şekilde geldiğini ve internetin bu süreci çok kolaylaştırdığını (Gündelik iş bulma, uzaktan çalışma vb.) söylüyor. Zaten kendilerinin de livin4wheel isimli bir blog sayfaları var.

 Yaşamları ile adeta aynanın diğer yüzünü gösteren Valine ile Crom, alıştığımız hayatların çok ötesinde bir vizyona sahip. Peki ya bizim için daha farklı şeyler olabilir mi? Sırf bu düzen içinde doğduk diye öylece devam mı etmeliyiz? Gerçekten başka hiçbir alternatif yok mu?


“Özgür yaşamak, hapiste yaşamaktan daha ucuz. Çünkü hapis çok fazla masraf çıkarıyor.”

 


“Ben dünyayı gezmiyorum, dünyayı yaşıyorum. Bu, benim hayatım. Gezmek demek, sonunda hep dönülecek bir yer olduğu anlamına gelir. Benim ise döneceğim bir yer yok. Ben, dünyayı gezmiyorum, dünyayı yaşıyorum.”

-        Crom

Genç Sinema: Zeynep Dilan Süren Röportajı

 


Sinemadaki bazı dokunuşların iz bıraktığına inanıyorum ve onları ayrı bir yere koyuyorum. Çünkü biliyorum ki gerçekten özeller, gerçekten yaşıyorlar.

 

Büyük İstanbul Depresyonu adlı kısa filmi ile ödüller alan Zeynep Dilan Süren, hikayelerini benimsediğim nadir isimlerden. Ben de buradan hareketle yolun başındaki bir sinemacının, yola bakış açısını göstermek istedim. 




Girizgahın devamında çok sevdiğim bir soruyla başlayayım, sinema senin için ne ifade ediyor?

Zor bir soru, üzerine iyice düşünmek lazım. Aslında küçüklüğümden beri hayatımın çoğunluğunu kapsayan bir şey. Esasen ise kurmaca evreni diyebilirim. Benim için tam olarak bunu ifade eder. Kafamda hep hikayeler var, kurmaca evrenler var. Bunlarla yaşıyorum. Hayatı anlamlandırmama yardımcı oluyor sanırım.

 

Peki bir film olsaydın, hangisi olurdun?

Şu film olurdum gibi bir cevabım yok ama çok kıskandığım bir film var; yani onu ben çekmiş olmak isterdim. ‘Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum.’ Bu adam bu filmi nasıl çekmiş diye çok kıskanmıştım.

 

Sinemadan ne bekliyorsun? Hayattan ne bekliyorsun?

Sağlıklı bir şekilde yaşamayı, sabahları kalkacak ve yürüyüş yapacak gücü bulabilmeyi bekliyorum. Sinemadan beklentim ise insanlarla iletişim kurabilmek üzerine. Ama bu sorunun cevabı dönemden döneme değişir sanırım. Beş yıl sonraki Zeynep, daha farklı şeyler bekliyor olabilir.






Sinema insanlara dokunabilir mi? Bir fark yaratabilir mi?

Kesinlikle insanları değiştirebileceğine inanıyorum. Bu büyük bir değişim olmak zorunda değil ama yalnız olmadığını bilmek bile çok önemli. Mesela kötü bir anında film izlersin ve seninkine benzer bir hikâye görürsün. Yalnız olmadığını ve benzer şeyler yaşayan insanlar olduğunu hissedersin, bu da yaşamak için güç verebilir. Anlarsın ki işler sadece senin için kötü gitmiyor! Bu tarz detaylar gerçekten çok önemli.

 

Sinema eğitimi alınmalı mı? Özellikle de bizim gibi ülkelerde?

Ben çok isteyerek okudum ama şu an geriye dönüp baktığımda başka bir bölüm de olabilirmiş diyorum. Yine de senin gibi sinemayla uğraşan insanlarla tanışmak ve bir çevre oluşturmak anlamında kesinlikle çok faydası oluyor. Daha bu sene biri sormuştu bu soruyu ve cevap olarak ‘kendini sinemaya tamamen adamayı düşünüyorsan olabilir' demiştim. Yine olsa yine okur muydum? Emin olmak gerçekten zor. 







Tüm olumsuzluklara rağmen sinema okuyanlar ve okuyacaklar, bu yolda nasıl ilerlemeli?

Tavsiye verebilecek bir konumda değilim. Mezun olalı üç yıl oldu ve hala öğrencilikten tam olarak kopmuş değilim. Ama klasik şeyler söyleyebilirim, mesela bol bol film izlenmeli. Çünkü ben, kesinlikle daha çok film izlemeliydim diye düşünüyorum.

 

Bir filmde, senaryo ile teknik meselelerin önemi?

Benim için senaryo ile oyuncu performansı, başrollerdedir diyebilirim. Hatta belki de performans daha öndedir. Teknik konular ise biraz daha kontrol edilebilir geliyor bana. Sonuç olarak ise bir filmin, izleyiciyi yakalamasında, oyuncu yönetimi faktörü oranında başarılı olacağını düşünüyorum. Ama bu soruya cevabım da zaman zaman değişiyor doğal olarak.




Kısa film yapmak isteyenlere tavsiyelerin neler olurdu?

Çok çalışmayı ve acele etmemeyi tavsiye ederim, özellikle de senaryo konusunda. Ayrıca daha sakin ilerlemek, keşfetmek, daha öğretici olacaktır.

 

Favori 3-5 filmin?

Rüya Bilmecesi. American Honey. Ana Yurdu. Eş Anlamlılar. Bir Zamanlar Anadolu’da. Korkuyorum Anne. Hayali Aşklar.

 

Favori yönetmenlerin?

Filmlerindeki enerji sebebiyle Xavier Dolan’ı çok severim. Türkiye’den ise Nuri Bilge Ceylan ve Reha Erdem’i beğeniyorum, takip ediyorum.


 



Sinemadan bağımsız son bir soru sormak istiyorum. Zeynep Dilan mutlu mu? Nasıl bir dönemi?

Mutluluğun ne olduğunu bilmiyorum ve olaya biraz daha derin bakmak gerektiğini düşünüyorum. Üniversitedeki felsefe dersinde bu konuyu konuşmuş ve işin içinden çıkamamıştık. Hala daha o derste olduğum yerdeyim sanırım. Bir insan mutlu olabilir mi emin değilim…

 

Bir şekilde perdede hayal kurdurmak isteyen herkese ithaf ettiğim bu söyleşi için, Zeynep Dilan Süren’e çok teşekkür ederim.

 

Kendinize bir iyilik yapın ve uzun zamandır izlemek istediğiniz o filmi, artık izleyin.

 

Not: Senaryo yazanlar ise biraz daha düşünmese mi? 😊





Bu Soylu Kıyım

 


Bazı hislerin ve bazı durumların çıkış noktasını sorgularım. Aslında anlamlandırma ihtimalimi gözetiyor da olabilirim, netice olarak ise bir yere varmam genelde çok zordur.

Birkaç ay önce kuzenim kahvede çalışıyordu ve bir gün için servise yardım etmemi istedi. Ben de ‘elimden geleni yaparım’ diyerek olaya dahil oldum. Kahvedeki işleyiş, çalışma koşulları ya da bu tarz şeyler… Hiçbiri, hislerimin oluşmasında başrol olamaz, açıkçası çok daha farklı bir gerçek var ve bir o kadar da alışılmış bir durum!

Daha önceleri kuzenimin yanına arada gider ve çay – kahve içerdim. Servise yardım ettiğim gün ise bazı insanların sabahtan akşama kadar öylece kahvede oturduklarını gördüm. Daha önceki çay – kahve içmelerimde kısa süreli gördüğüm insanlar; abartısız, uzunca saatler, her gün kahvedeydiler! Aydınlanmıştım!

Bir şeyler içiyorlar, muhabbet ediyorlar ya da oyun oynuyorlar... Ama sabahtan akşama kadar oradalar ve neredeyse her kahvenin bu tarz bir müşteri kitlesi var. Bu durumu da aydınlanınca pekiştirdim… Çok sıradan gibi görünen bu insanlar, beni epey düşündürdü. Hiç kimse; eşi, çocuğu ya da torunu ile vakit geçirmek istemiyor mu? Başka bir uğraşı olamaz mı? İşe gider gibi her gün kahveye gelmek neden? Bu olayın bir yerinde sevgisizlik, bir başka yerinde anlaşılmazlık olsa gerek?

Tüm o evliliklerden, tüm o akraba ilişkilerinden, geriye kalan bu mu? Kaçtığımız kahve köşeleri… Bu kadar mı elimizde olan? Hepimiz yürümek istemediğimiz yollara mı koyulduk, hepimiz mi yanlış anlaşıldık? Başka türlüsü mümkün değil midir bu topraklarda ya da bu bedenlerde?

Sorularımın çok ama cevaplarımın her zamankinden daha az olduğu bu dönemde, neresinden tutabilirim bu hikâyenin ya da neresine sığınabilirim?

 

‘’Geçecektir daha daha günler.

Bilemeden kavramak nasıl.’’

-        C. Zarifoğlu

Kadınların Sessiz Yaşamları



Bayram tatilinde gerçekleşen düğünlerimiz sebebi ile bazı akrabalarımız bizde kaldı. Bu durumdan hareketle de farklı konuları konuşma şansı bulduk. Aslında farklı olarak nitelendirdiğim bu konular, maalesef ki ülkemiz ve dünya özelinde çok sıradan alışkanlıklar haline gelmiş durumdalar; ama biz kendi açımızdan pek konuşmamıştık ve bu sefer durum değişti, yaşadıklarımızı irdeledik.

 

Altmış yaşına yaklaşan yengem, gençliğinde yapılan tütün işlerinin uzun vadede hiçbir faydası olmadığını ve kırk sekiz yaşında şehre taşınarak bir fabrikada işe başlamak zorunda kaldığını anlattı. Esas sorun ise tarım ile uğraşılan yıllarda; tüm o zorlu işlerin herkesin emeği ile yapılmasına rağmen, paranın sadece bir kişinin eline geçmesi ve onun tarafından yönlendirilmesiydi. Yani aile reisi olarak öne çıkarılan erkek, yatırım olarak bir ev almıyor ya da en basitinden eşi için sigorta girişi bile yapmıyordu. Bahsettiğimiz zamanlar ise tarımın kıymetli olduğu ve büyük emekler sonucu kazanılan paralar ile gerçekten bir şeylerin yapılabildiği dönemler, yani bugünün aksine.

 

Bu tarz bir yaşanmışlık beni epey düşündürdü ve çevremdeki evliliklere baktım. Açıkçası istisnalar dışında durum hep böyleydi, erkeklerin kararları ve sonuçlara katlanmak zorunda olan kadınlar! Şartlar dahilinde yeni bir şey söyleyemediğimin de farkındayım; ama bazı yaşananların adını sürekli olarak koymak lazım diye düşünüyorum. Zira ne kadar bahsedersek, birileri için iyi anlamda değişimler de o kadar mümkün olacaktır. Mesela kadının, birey olamayışındaki sıkıntılı durumunu derinlemesine düşünürken, Kafa Dergisinin bu ayki sayısında bir yazı okudum. Ayça Derin Karabulut, Dünyanın En Cesur Kızı Malala başlıklı güzel bir yazı yazmış ve Pakistan’da yaşanan haksızlıklara değinmiş.

 

‘’Taliban, Svat Vadisi’ni 2007’nin sonlarında ele geçirip, 2009 yılında Pakistan ordusu tarafından uzaklaştırılıncaya kadar bölgeyi yönettiği süreçte kadınların politik, ekonomik ve sosyal aktivitelerini engelledi. Yüzlerce okul yok oldu. Kızlar okula gitmekten alıkonuldu, kadınlar peçe giymeye zorlandı ve markete bile gitmeleri yasaklandı. Malala, tüm bunlara sessiz kalmayan insanlardan biriydi.’’

  

Dergideki yazıdan yaptığım bu alıntının devamında, Malala’nın sesini dünyaya duyurması ve akabinde ise militanlar tarafından kafasından vurulması anlatılıyor. Lakin tüm bu nefrete rağmen Malala’nın yaktığı ateş büyüyor ve Pakistan’da halk, iki milyondan fazla imza toplayarak zorunlu ve ücretsiz eğitim kanun tasarısını mecliste onaylatıyor. Mucizevi şekilde kurtulan Malala ise bu kutsal yoldaki çalışmaları sebebi ile 2014’te Nobel Barış Ödülü’ne layık görülüyor. İsteyenler Ayça Derin Karabulut’un ilham veren yazısının tamamını Kafa Dergisi’nden okuyabilirler.  


Benim ise karmaşık düşüncelerim ve dergide okuduklarım sonucunda aklımda yine tek bir soru var, dünyanın kadınlar ile sorunu ne? Ya da bu dünyayı kuran erkeklerin, kadınlar ile sorunları neler? Düşününce; erkek çocuklarına Yiğit, Onur gibi isimler konuluyor ve kız çocuklarına ise Melek, Duygu gibi anlam olarak daha hissi isimler. Bu bile bir farkı çağrıştırıyor aslında. İş yerinde eşitsizlik, erkeğin daha yönetici pozisyondaki üniversite bölümlerine yönlendirilmesi ve bunun gibi pek çok olumsuz detay! Şahsen ise erkek kararlarının sıkıntılı sonuçlarının hissedildiği bir ailede yetişmiş ‘erkek evlat’ olarak, herhangi bir kişinin öne çıkarılmasından ziyade makul olanın yerini bulabilmesini temenni ediyorum. Kadın ya da erkek olmasına bakılmaksızın, elini taşın altına koyan, karşılığını alabilmeli. Zaten hiçbirimiz mükemmel değiliz ama bir yerlerden başlamak her zaman mümkün ve biz neden daha adil olmayalım? Neden mantıklı olanı görmezden gelelim? Neden Malala gibi bir iyilik zincirini başlatıp, çevremizdeki anlamsızlıklara dur demeyelim?


Her şey bir yana, peki ya tam tersi olsaydı? Erkekler olarak, sürekli sindirilseydik ve güvensiz bir hayata maruz kalsaydık! Haklı olduğumuz halde sıkıntılara katlansaydık ve bu kısır döngü bir ömür boyunca devam etseydi?

 

Toplumsal Cinsiyet Kavramları - YouTube

Nasipse Adayız: Gerçeğin Aynası Olarak Sinema


 

Hayatlarımızda bazı mekanizmalar var ki… Tamamen çıkar ilişkilerine odaklılar ve esas kuruluş amaçlarını çoktaaan unutmuş-unutturulmuş haldeler. İşin en garip yanı da kimsenin bu duruma ses etmemesi ve sistemin öylece devam etmesi! Dünyanın her yerinde de böyle midir bilmiyorum ama bizim ülkemizde özellikle bazı yanlışların adı konulmaz, görmezden gelinir ve hayat her şeye rağmen bir şekilde devam eder. Zaten tam olarak bu sebeple de ne siyasette ne eğitimde ne de futbolda verimli bir sisteme sahip değiliz. Bahsi geçen konuların milyonları etkilediği düşünülürse, bilerek yapılan yanlışların ne denli büyük kayıplara yol açtığı gerçeği bizi sarsacaktır!

Bir sinema öğrencisi olarak, bu girizgahtan hareketle, bazı kritik konular özelinde belgeseller yapmayı çok istediğimi ama bunun mümkün olmadığını söylemeliyim… Yani güzelleme değil de belgesel yapmanın mümkün olmadığını! İşte tam burada; kurmaca bir filmin, Nasipse Adayız’ın varlığı çok önemli. Çünkü bu film, aynı zamanda bir belgeselin anlatısına sahip ve bu anlamda da çok işlevsel. Nasipse Adayız; kurmaca hikayesini Ercan Kesal’in başından geçenlere dayandırmış ve yer yer de eleştirel mesajlarını vermiş, sistemin basitliği ile insanların hırsını özellikle ortaya koymuş. Evet, yine bir film, söylenmeyen pek çok şeyin sesi olmuş, duruma dair düşündürmüş!

Sanırım filmin evrenindeki ‘samimi insan’ sayısı yok denecek kadar az ve bu bilinçli tercih hikâyenin gidişatı ile oldukça tutarlı bir yapı oluşturmuş. Mesela baş karakterimiz Kemal Güner’in asansörden çıkmak zorunda kaldığı bir sahne var ve karakterin beklentileri özelinde tüm olayı açıklıyor, o insanların dünyasına girebilmenin çok zor olduğunu belirtiyor. Bir başka sahnede ise trafik kazası söz konusu ve belediye başkanı olmak isteyen sözde idealist Dr. Kemal Güner, olay yerinden kaçmayı tercih ediyor ve kazayı hiç yapmamış gibi hayatına devam ediyor. Neredeyse hikayedeki herkes, çıkarları doğrultusunda sorumluluk alıyor, fazlası kesinlikle yok! Dediğim gibi, iyi insanlar pek yok bu hikâyede, bu ortamda.

Nihayetinde ise derdi olan filmlerin değerlendirilmelerindeki ilk faktörün, işaret ettikleri meseleler ve onlara yaklaşım biçimleri olması gerektiğini düşünüyorum. Nasipse Adayız bu anlamda çok keyif verdi bana ve adeta bir belgeselmişçesine, sistemin işleyiş şekline dair epey bulgu sundu. Ayrıca da böyle olayları film olarak izleyince; cidden böyle oluyor, nitelikten yoksunuz diyor insan, ama bir de bakıyor ki dışarıda hayat devam ediyor? Filmin sonuna doğru geldiğimizde ise çok kritik bir sahne var ve bazı gerçekleri detaylıca açıklıyor. Belediye başkanı aday adayı olan Kemal Güner, eski bir bakan ile aynı ortamda bulunuyor ve partinin ilçe belediye başkanlığını kazanmasının esas yolunun, aday olarak kendisinin seçilmesi ile gerçekleşebileceğini söylüyor. Lakin eski bakanın, yani görmüş geçirmiş kişinin verdiği cevap çok manidar…

‘’Ya seçimi kazanmak istemiyorlarsa?’’

Son olarak kısaca değerlendirdiklerim haricinde, bazı durumlara dikkat çekerek, insanları uyandırmaya ya da değiştirmeye yönelik yapılan işleri gerçekten çok seviyorum. Filmin sıkmadan ilerlemesi ile birlikte bu adam şimdi ne yapacak diye merak ettirmesi de senaryo bağlamında yerini bulmuş. Sinemamız adına hedefine ulaşan özgün yapımlardan olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.