Kadınların Sessiz Yaşamları



Bayram tatilinde gerçekleşen düğünlerimiz sebebi ile bazı akrabalarımız bizde kaldı. Bu durumdan hareketle de farklı konuları konuşma şansı bulduk. Aslında farklı olarak nitelendirdiğim bu konular, maalesef ki ülkemiz ve dünya özelinde çok sıradan alışkanlıklar haline gelmiş durumdalar; ama biz kendi açımızdan pek konuşmamıştık ve bu sefer durum değişti, yaşadıklarımızı irdeledik.

 

Altmış yaşına yaklaşan yengem, gençliğinde yapılan tütün işlerinin uzun vadede hiçbir faydası olmadığını ve kırk sekiz yaşında şehre taşınarak bir fabrikada işe başlamak zorunda kaldığını anlattı. Esas sorun ise tarım ile uğraşılan yıllarda; tüm o zorlu işlerin herkesin emeği ile yapılmasına rağmen, paranın sadece bir kişinin eline geçmesi ve onun tarafından yönlendirilmesiydi. Yani aile reisi olarak öne çıkarılan erkek, yatırım olarak bir ev almıyor ya da en basitinden eşi için sigorta girişi bile yapmıyordu. Bahsettiğimiz zamanlar ise tarımın kıymetli olduğu ve büyük emekler sonucu kazanılan paralar ile gerçekten bir şeylerin yapılabildiği dönemler, yani bugünün aksine.

 

Bu tarz bir yaşanmışlık beni epey düşündürdü ve çevremdeki evliliklere baktım. Açıkçası istisnalar dışında durum hep böyleydi, erkeklerin kararları ve sonuçlara katlanmak zorunda olan kadınlar! Şartlar dahilinde yeni bir şey söyleyemediğimin de farkındayım; ama bazı yaşananların adını sürekli olarak koymak lazım diye düşünüyorum. Zira ne kadar bahsedersek, birileri için iyi anlamda değişimler de o kadar mümkün olacaktır. Mesela kadının, birey olamayışındaki sıkıntılı durumunu derinlemesine düşünürken, Kafa Dergisinin bu ayki sayısında bir yazı okudum. Ayça Derin Karabulut, Dünyanın En Cesur Kızı Malala başlıklı güzel bir yazı yazmış ve Pakistan’da yaşanan haksızlıklara değinmiş.

 

‘’Taliban, Svat Vadisi’ni 2007’nin sonlarında ele geçirip, 2009 yılında Pakistan ordusu tarafından uzaklaştırılıncaya kadar bölgeyi yönettiği süreçte kadınların politik, ekonomik ve sosyal aktivitelerini engelledi. Yüzlerce okul yok oldu. Kızlar okula gitmekten alıkonuldu, kadınlar peçe giymeye zorlandı ve markete bile gitmeleri yasaklandı. Malala, tüm bunlara sessiz kalmayan insanlardan biriydi.’’

  

Dergideki yazıdan yaptığım bu alıntının devamında, Malala’nın sesini dünyaya duyurması ve akabinde ise militanlar tarafından kafasından vurulması anlatılıyor. Lakin tüm bu nefrete rağmen Malala’nın yaktığı ateş büyüyor ve Pakistan’da halk, iki milyondan fazla imza toplayarak zorunlu ve ücretsiz eğitim kanun tasarısını mecliste onaylatıyor. Mucizevi şekilde kurtulan Malala ise bu kutsal yoldaki çalışmaları sebebi ile 2014’te Nobel Barış Ödülü’ne layık görülüyor. İsteyenler Ayça Derin Karabulut’un ilham veren yazısının tamamını Kafa Dergisi’nden okuyabilirler.  


Benim ise karmaşık düşüncelerim ve dergide okuduklarım sonucunda aklımda yine tek bir soru var, dünyanın kadınlar ile sorunu ne? Ya da bu dünyayı kuran erkeklerin, kadınlar ile sorunları neler? Düşününce; erkek çocuklarına Yiğit, Onur gibi isimler konuluyor ve kız çocuklarına ise Melek, Duygu gibi anlam olarak daha hissi isimler. Bu bile bir farkı çağrıştırıyor aslında. İş yerinde eşitsizlik, erkeğin daha yönetici pozisyondaki üniversite bölümlerine yönlendirilmesi ve bunun gibi pek çok olumsuz detay! Şahsen ise erkek kararlarının sıkıntılı sonuçlarının hissedildiği bir ailede yetişmiş ‘erkek evlat’ olarak, herhangi bir kişinin öne çıkarılmasından ziyade makul olanın yerini bulabilmesini temenni ediyorum. Kadın ya da erkek olmasına bakılmaksızın, elini taşın altına koyan, karşılığını alabilmeli. Zaten hiçbirimiz mükemmel değiliz ama bir yerlerden başlamak her zaman mümkün ve biz neden daha adil olmayalım? Neden mantıklı olanı görmezden gelelim? Neden Malala gibi bir iyilik zincirini başlatıp, çevremizdeki anlamsızlıklara dur demeyelim?


Her şey bir yana, peki ya tam tersi olsaydı? Erkekler olarak, sürekli sindirilseydik ve güvensiz bir hayata maruz kalsaydık! Haklı olduğumuz halde sıkıntılara katlansaydık ve bu kısır döngü bir ömür boyunca devam etseydi?

 

Toplumsal Cinsiyet Kavramları - YouTube

Nasipse Adayız: Gerçeğin Aynası Olarak Sinema


 

Hayatlarımızda bazı mekanizmalar var ki… Tamamen çıkar ilişkilerine odaklılar ve esas kuruluş amaçlarını çoktaaan unutmuş-unutturulmuş haldeler. İşin en garip yanı da kimsenin bu duruma ses etmemesi ve sistemin öylece devam etmesi! Dünyanın her yerinde de böyle midir bilmiyorum ama bizim ülkemizde özellikle bazı yanlışların adı konulmaz, görmezden gelinir ve hayat her şeye rağmen bir şekilde devam eder. Zaten tam olarak bu sebeple de ne siyasette ne eğitimde ne de futbolda verimli bir sisteme sahip değiliz. Bahsi geçen konuların milyonları etkilediği düşünülürse, bilerek yapılan yanlışların ne denli büyük kayıplara yol açtığı gerçeği bizi sarsacaktır!

Bir sinema öğrencisi olarak, bu girizgahtan hareketle, bazı kritik konular özelinde belgeseller yapmayı çok istediğimi ama bunun mümkün olmadığını söylemeliyim… Yani güzelleme değil de belgesel yapmanın mümkün olmadığını! İşte tam burada; kurmaca bir filmin, Nasipse Adayız’ın varlığı çok önemli. Çünkü bu film, aynı zamanda bir belgeselin anlatısına sahip ve bu anlamda da çok işlevsel. Nasipse Adayız; kurmaca hikayesini Ercan Kesal’in başından geçenlere dayandırmış ve yer yer de eleştirel mesajlarını vermiş, sistemin basitliği ile insanların hırsını özellikle ortaya koymuş. Evet, yine bir film, söylenmeyen pek çok şeyin sesi olmuş, duruma dair düşündürmüş!

Sanırım filmin evrenindeki ‘samimi insan’ sayısı yok denecek kadar az ve bu bilinçli tercih hikâyenin gidişatı ile oldukça tutarlı bir yapı oluşturmuş. Mesela baş karakterimiz Kemal Güner’in asansörden çıkmak zorunda kaldığı bir sahne var ve karakterin beklentileri özelinde tüm olayı açıklıyor, o insanların dünyasına girebilmenin çok zor olduğunu belirtiyor. Bir başka sahnede ise trafik kazası söz konusu ve belediye başkanı olmak isteyen sözde idealist Dr. Kemal Güner, olay yerinden kaçmayı tercih ediyor ve kazayı hiç yapmamış gibi hayatına devam ediyor. Neredeyse hikayedeki herkes, çıkarları doğrultusunda sorumluluk alıyor, fazlası kesinlikle yok! Dediğim gibi, iyi insanlar pek yok bu hikâyede, bu ortamda.

Nihayetinde ise derdi olan filmlerin değerlendirilmelerindeki ilk faktörün, işaret ettikleri meseleler ve onlara yaklaşım biçimleri olması gerektiğini düşünüyorum. Nasipse Adayız bu anlamda çok keyif verdi bana ve adeta bir belgeselmişçesine, sistemin işleyiş şekline dair epey bulgu sundu. Ayrıca da böyle olayları film olarak izleyince; cidden böyle oluyor, nitelikten yoksunuz diyor insan, ama bir de bakıyor ki dışarıda hayat devam ediyor? Filmin sonuna doğru geldiğimizde ise çok kritik bir sahne var ve bazı gerçekleri detaylıca açıklıyor. Belediye başkanı aday adayı olan Kemal Güner, eski bir bakan ile aynı ortamda bulunuyor ve partinin ilçe belediye başkanlığını kazanmasının esas yolunun, aday olarak kendisinin seçilmesi ile gerçekleşebileceğini söylüyor. Lakin eski bakanın, yani görmüş geçirmiş kişinin verdiği cevap çok manidar…

‘’Ya seçimi kazanmak istemiyorlarsa?’’

Son olarak kısaca değerlendirdiklerim haricinde, bazı durumlara dikkat çekerek, insanları uyandırmaya ya da değiştirmeye yönelik yapılan işleri gerçekten çok seviyorum. Filmin sıkmadan ilerlemesi ile birlikte bu adam şimdi ne yapacak diye merak ettirmesi de senaryo bağlamında yerini bulmuş. Sinemamız adına hedefine ulaşan özgün yapımlardan olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Işıkları Açmak

 



  Bazen çok düşünür ve tedirgin olurum yaşadığım çağdan. Gerçi insanın kendi kendine düşünmesi ile hiç düşünmemesi birbirine çok yakın şeyler olabilir, neticede iki durumda da harekete geçmek sadece ufak bir ihtimal. Artık buradan da hareketsizlikle iyice anlıyorum ki ihtimaller silsilesi bile bir anlam ifade etmiyor, öyle karışık öyle vurdumduymaz zamanlar. Ama en başta demiştim, bu çağ bir şekilde tedirgin ediyordu beni… En azından yeni bir başlangıç yapana kadar.

 Oysa geçen seferki hayatım, ne kadar da kendime ve beklentilerime göre dizayn edilmişti. Edilmişti diyorum ama tüm tercihleri yapan da bendim aslında. Peki ben miydim gerçekten? O, tam olarak ben miydim? Sürekli geleceği düşünür, kendimce planlar yapar ve bu çerçevede yaşamak için gayret ederdim. Birkaç amaç belirleyip, dünyada başka hiçbir şey yokmuş gibi davranma telaşım söz konusuydu. Ardından ise süper markette reyon personeli olarak çalışan kişiyi ve insanlara karşı değişebilen tavırlarını gördüm. Orta yaşlı bir adam pirinçlerin yerini sordu, market çalışanı ise yüzünü bile çevirmeden umursamaz bir tavırla eliyle işaret etti. Müşteri samimi şekilde teşekkür etti ve gitti. Biraz sonra ise aynı çalışana yine soru soruldu ama bu sefer soruyu soran kişi bir çocuktu. Çalışan tuhaf şekilde az öncenin aksine çok ilgili davrandı ve bizzat kendisi sütlerin yerini gösterdi. Bu olayın çağrışımı ise müşterilerin aradığını bulmasından ziyade benim uyanışım oldu. Aynı saat dilimi içerisinde; farklı kişiler tarafından sorulara maruz kalan personel, karşısındaki insan profiline göre tavır takınıyor ve çocuğa daha sıcakkanlı davranıyordu. İlk etapta normal gibi görünen bu durum, aslında birbirimiz için işleri ne kadar zorlaştırdığımızla da çok yakından alakalıydı ve ben bunu gerçekten hissetmiştim. Derinlemesine düşününce; market çalışanı, iki müşteriyi de şahsen tanımıyor ama kişilere yaklaşımları çok farklı olabiliyor. Tam olarak buradan hareketle de kendi çocukluğum geldi aklıma, çevremdeki insanların bana çok fazla gülümsediğini hatırladım. Yine aynı insanların sık sık bana rehberlik ettiğini ve işleri benim için nasıl da kolaylaştırdıklarını düşündüm. Akabinde ise günümüze döndüm ve gerçeklere maruz kaldım. Böyle söylüyorum çünkü insanların genel olarak bana karşı takındıkları tavırlar, herhangi bir şekilde yolumu aydınlatmıyordu. Esas kritik olan nokta ise ben de artık o insanlardan biriydim ve aksiliğim ile sabırsızlığım hep üstümdeydi. Yani kendimce planlarım vardı ve başka hiçbir şeye tahammülüm yoktu. Peki neden? Yani neden böyle olmayı seçmiştim? Kendime sorduğum yargılayıcı soruların ardından garip bir boşlukta olduğumu fark ettim, çünkü sorularımın net bir cevabı yoktu. Belki de sadece akışa kapılmıştım ve kolay olan buydu.

 Halbuki yetişkin bireyler, çocuklara nazaran çok daha fazla sorumluluk alıyorlar ve sürekli mücadele etmek zorunda kalıyorlar. Nihayetinde ise hepimizin hikayeleri farklı ve zor; ama buna rağmen birbirimiz adına işleri zorlaştırma konusunda ortak paydada buluşabiliyoruz! Neden tam tersi olmasın? Neden daha olumlu olmayayım? Benden başlayan bir değişim etrafımı şekillendiremez mi? Mesela hoşgörü değerlerimi yenileyerek ilk adımı atsam ve paylaşmayı da hayatımın bir rutini haline getirsem. Çocuklara yardımcı olup, güler yüzlü davrandığım gibi yaşıtlarıma da çeşitli güzellikler sunsam… İşte bu çıkış noktası ikinci hayatımın başlangıcıydı. Kendimden başlayan bir iyilik dalgasını sarıp sarmalayacaktım ve bir çocuğa hediye edercesine dünyaya salacaktım, kurak toprakları yeşertsin diye. Uzun zaman sonra, dönüp o güne bakıyorum ve iyi ki kendime bir şans vermişim diyorum. Kendimden başlayan bir oluşum, neleri değiştirebiliyormuş diye şaşırdığım da olmuyor değil. Tabii yine de bu karşılık beklemekten ziyade tamamen bağımsız bir iyilik haliyle alakalı. Ama her şeye ve hatta tüm o gürültülere rağmen insanların da ışığa doğru geldiklerini görebiliyorsunuz. Bu durum sizi heyecanlandırıyor, gerçekten yaşadığınızı ve hep aradığınız anlamı nihayet bulduğunuzu hissettiriyor.

 

Bu Bizim Seninle İlk Uzun Yolculuğumuz


'Bu yolda tek yolcu, o. Yol, yalnız onun çevresinde tozuyor.'

 

Sürprizli hafta sonu kampının tatlı yorgunluğu ile gecenin karanlığında otobüsün camından yol manzaralarına bakıyordu. İlk defa geldiği İç Anadolu’nun seyri epey farklıydı ya da âşık olduğu için ‘o’ öyle olsun istiyordu. Otobüsün arkasından gelen neşeli sesleri işitti. Yaşıtları eğlenmeyi çok iyi biliyordu, en azından otobüsün camından dışarı bakan birine göre. Yanındaki koltuğa döndü, o dünya da sessizdi. Kampta yaptıklarını hatırlayınca, arkadaşının bu kadar sakin olmasına şaşırdı. Üç gece üst üste içmiş ve son gecenin finalinde kendini tuvalete kilitlemişti. Ayrıca da tüm bunların sebebi birisine ilgi duymasıydı. Sonra da ilgi duyduğu genç kızımız erkekler tuvaletini basmış ve iki sarhoş hararetli bir konuşma gerçekleştirmişlerdi.

 Bu aşkın kaybeden tarafı olduğunu tuvalette kabullenen küskün gencimiz, sessizlikten ve duygu karışıklığından sıkılmış olacak ki ben biraz arkaya gidiyorum dedi, neşeli seslerde duymak istediği özel bir şeyler olmalıydı. Yan koltuğu boş, ama kamptaki mevsim sebebi ile gönlü dolu yolcumuz tekrar cama döndü yüzünü. Yolların sessiz yanına aşina ama hislerinin taşkınlığına yabancı şekilde seyredecekti gecenin rengini.

Biraz geçmeksizin ön koltuktaki bir başka arayışta olan genç seslendirdi yüzünü arkaya.

-        Muhabbetini çok sevdim, okulda da görüşelim.

+ Eyvallah, enerjimiz tuttu herhalde.

-        Ben de sinema okumak istiyordum ama olmadı işte.

+ Arada bir şeyler çekiyorum, gel istersen, hem bir yerden başlamış olursun.

Öndeki gençten cevap gelmeye kalmadı ki boş koltuğun yanında birinin durduğunu fark etti. İyice bakınca afalladı, oydu. Kampta ilk görüşte vurulduğu ve İç Anadolu’yu yeniden fethedecekmiş gibi hissettiği bu tarifsiz yeni mevsimin sebebiydi, kışın ortasında yazdı. Hafta sonu boyunca dalgalara onu anlatmıştı ve bir şeyler olması gerektiğini söylemişti, özellikle de bu mevsimde bir şeyler olması gerektiğini… Gerçi sarhoş olup kampta herkese onun adını sayıklamak gibi şeyler de yapmamış değildi ama…

+ Cam tarafına oturmak istiyorum.

-        Olur.

Kendisinin gidip onun yanına öylece oturamayacağını düşünerek yerinden kalktı, aynı anda otobüsteki herhangi bir başkası için bu koltuktan vazgeçmeyeceğini de düşündü ve tüm bu gariplikler silsilesi içinde bir şekilde artık yan yanaydılar. Bırak otobüsü, bilmem kaç ülkeden oluşan dünya ve hatta evren bir yana, bu iki koltuk bir yanaydı. Öylece bakmak istedi ona ama henüz tuhaf kaçardı, konuşmayı denedi. Aslına bakarsanız, ön koltuktaki gencin hızlıca keşfettiği bir gerçek vardı, Jon Snow’dan hallice arkadaşımız isteyince çok iyi konuşurdu.




Yolun bitmesine 4 saat falan kalmıştı ilk yan yana geldiklerinde, ama aynı filmlerdeki gibi hisli bir sohbet zamanı kırmış ve koca dört saati sadece on beş dakikaya dönüştürmüştü. Üstelik bir önceki molada lahmacun yemişti ve ona rağmen İç Anadolu’yu fethetmişti ya da öyle bir şey.

Peki şimdi ne olmalıydı? Nasıl bir yol izlemeliydi? Karşısında öylece duran ve şiirlere konu olacak saçları yokmuş gibi nefes alan şarkının notaları çok özgündü, bu şarkıyı tekrar dinlemek istiyordu. Sonra onun ödevleri olduğunu ve yarına yetiştirmesi gerektiğini duydu, aradığı şey tam olarak buydu ve yardım edebileceğini söyledi. O kadar müsaitti ki kesinlikle yardım etmeliydi. Sadece o yardım etmeliydi ve dünya üzerinde bu işlerden en iyi o anlardı.

+ Tamam o zaman. Eşyalarımı eve bırakırım, ayrıca da geç oldu, beni karşılarsın. Bir saat sonra yolun başında buluşalım.

Olacağı varsa olan şeyler iyi çıkınca, hayat çok sevilesiydi. Kampta mahvolmuş eşyalarını hızlıca makineye attı, kendine çeki düzen verdi ve saati karşısına aldı, konuşmaya başladı.

-        Benim zamanımın ansızın gelmesi sürpriz, belki de dalgalarla konuşmam bir fark yaratmıştır, aslında bağırmış bile olabilirim.

 

Evden çıktı ve yolun başını tuttu. Az biraz sonra ‘o’ geldi. Gerçekten oluyordu bunlar ve beraber eve döndüler. Ödev için birkaç edebiyat dergisi karıştırıp, yabancılığın garipliğinde geceyi kucakladılar. Ev sahibimiz dergilerden birini aldı ve salonun başındaki tekli koltuğa geçti. Misafiri süzüyordu. Kırgın bir hali vardı ama kim, neden kırıklık bırakırdı ki böyle bir hayalde? Çorapları çok hoştu, saçları ise mavi kaplumbağa şeklindeki arabanın arkasındaki şehir silueti gibiydi. Açıkçası biraz tropikal bir histi. Zaman kırılırken tüm ödevler bitti ve evde yan yana olmalarının sebepleri eridi. Bende kalabilirsin dedi, salonda yatarım. Yorgun olan yavrumuz biraz düşündükten ve şahsiyet sahibi arkadaşımızın ela gözlerine iyice baktıktan sonra olur dedi. Odasını feda eden ve salona talip olan kahraman şahsiyet, sıcak bir uyku koynuna düşüverdi.

 

Gel zaman git zaman, gözler açılır oldu. Salondaydı. Neden salondaydı? Saate baktı, on bir civarlarındaydı. Hafta sonu kampını ve dün geceyi hatırladı, sersemlikle odasına doğru hareketlendi. Soylu kişinin durumunu merak ediyordu ve kapıyı selamladı. Bir tepki yoktu, tekrar selamladı. Soluna baktı, ayakkabılık boştu. Odaya girdi ve her şey yerli yerindeydi. Ansızın başı döndü ve bu çok sık olmaya başlamıştı, yere düşmemek için yatağına oturdu. Derken dış kapı açıldı ve ev arkadaşı telaşla odasına geldi.

 

-        İlaçları getirdim.


Duyduğu cümle ile beraber yüreğine mi yoksa aklına mı düştüğü belli olmayan tarifsizliği hissetti. Bu yolda tek yolcu, o muydu? Yol, yalnız onun çevresinde mi tozuyordu?

 

Öykünün nihayetinde, Araf’ta kalmış sevgili okur… Bilge Karasu’ya selam ederek, okuduğuna inanmak istersen bu hikâyenin yaşanmışlığının olduğunu söyleyebilirim. Her şey sadece bir rüyaydı diyorsan da gerçek sevgiyi bulmak için inanman gereken mucizeleri senin için dilerim.

Mavi Bir Hikâye


 Habersiz olduğum bir hastalık annemin can topraklarından suyu çekerken, yıllar sonra bizim hayatlarımız için malumun ilamı gibi olsa da kuraklığın yegâne sebebi babammış; dönemeyeceği bir yere gitmiş, gitmek isteyerek mi gitmiş bunu anlayamamıştım o zamanlar. Gözümü açtığımda kasabadaydık, annemin gençliğinin sahibi mavi memleketinde. Burada bizi bekleyen eski bir ev vardı ve annemin memleketinin aksine maviden ziyade siyaha çalıyordu. Eve ilk girişimizi hatırlıyorum, duvarlar kapkara ve yerler hem pis hem de eski. Burnumun direği sızlıyor, gerisin geriye çıkmak istiyorum evden ama annemin kulağıma fısıldadıkları geliyor aklıma, susuyorum. Üstelik benim aksime annem gülümsüyor, uzun zaman sonra ilk defa benim için değil de kendisi için gülümsüyor… Anlıyorum ki seveceğim bu siyah evi, mavi kasabayı.

 Kasaba demişken; birkaç günde görüyorum ki deniz ile yaşayan çocuklar garip şekilde neşeli. Biz; acayip yerlerden geliyoruz ve arkadaşlarım böyle şen değil, zaten bizim oralar da mavi değil. Sapsarı kumu avuçluyorum, sıcacık, elim yanıyor. Anneme bakıyorum, o zaten bana bakıyor. Onu televizyondaki meşhur kadına benzetiyorum, ama annemin rengi daha soluk. Bilmiyorum belki de o kadının rengi daha koyudur, yoksa herkes yamacında yaşadığı renklere mi benzemek zorunda? Bir rengi seçseydim hangisi olurdu? Derken ansızın televizyondaki kadını görüyorum annemin arkasında, gözlerim açılıyor, lakin hemen anlıyorum ki bu sadece bir resim ve üstünde de kocaman harfler. Senede Bir Gün!

 Annemin elinde tabaklar, komşuya gidiyoruz. Dünden beri resmi gördüğüm yere gitmek istiyorum ama annemden çıt yok, olmaz dışında. Sinemaymış orası, büyülüymüş. Uslu durursam ve bu tabaklar satılırsa belki gidermişiz. Annem fısıldayınca susuyorum. Şişman mı şişman bir teyze bu, kapıdan gördüğüm kadarıyla evi de çok güzel, annemle konuşuyorlar. İçeri gelin diyor, siz yabancı değilsiniz. Tabaklar çıkıyor ortaya, teyze dedim ama surat bir karış, burun kıvırıyor. Buralarda böyle şeyler pazardan alınırmış, yabancılaşıyoruz. Biz gidelim diyor annem, düş kırıklığının kapısındayız. Ev güzeldi ama biz fazlaydık diye düşünüyorum.

- Deniz, kız Deniz. Çayımı içmeden göndermem, çok özledim seni.

 Yan kapıda annem gibi kalem vücut, bahar saçlı bir kadın, ev değil de gönül sahibi olduğunu belli edercesine gülümsüyor. Anneme bakıyorum, kendini zorlayarak olur diyor. Ağlamak üzereydi aslında ama tutuyor nefesini.

 Kurabiyeler çoktan ağzıma dolmuş, ama Özge abla nefessiz yediğimden tereddütsüz emin olmak istiyor.

- Çocuk dediğin sever böyle şeyleri, bol bol yesin ki büyüsün, meyve suyundan da iç. Poşette ne var Deniz, bakabilir miyim?

  Annem bana bakıyor, kurabiye canavarını andıran halimden memnun.

- Tabaklar var, çiçek işlemeli.

 Özge abla da televizyondaki kadınlardan, güzel bir şey söylemeden önce gözlerini kocaman açıyor, mutlu edecek bizi, hissettiriyor.

- Kaç kere dedim benimkine tabaklar eksik diye, iyi denk geldi, çıkar da bakalım hadi.

 Annem bir şey demeye kalmadan poşeti kapıyor Özge abla.

- Kız Deniz; kendin güzelsin, çocuğun güzel, tabakların ayrı güzel. Nerelerdeydin sen, hiç haber alamadım. Genceciktik daha kaçtın gittin. Ama biliyordum seni tekrar göreceğimi, insan en yakın arkadaşıyla vedalaşmaz mı?

 Sahil boyu yürüyoruz annemle, varacağımız yer malum, tabaklar da satıldı.

- Özge ablayı bir daha görür müyüz anne? Hem istediğin zaman gelebilirsin de dedi bana.

 Özge ablan bir tanedir dedi annem, sapsarı kumdan bile daha sıcak gülümsemesiyle. Ardından da ekledi, zaten biz gitmezsek o gelir, bırakmaz artık bizi. Ben de öyle düşündüm, düşünmesem de inandım, çünkü kimse böyle iyi davranmamıştı bana. Büyükleri anlayamıyordum bazen, çok yanlış şeylere kafayı takıyorlardı, en azından annem yanlış olduklarını söylüyordu. Akşam esintisi ise bir başka burada, denize koşasım var ama sinemayı da merak ediyorum. Denizden bahsetmişken, bizim evin de artık maviyi çağrıştırdığını hatırlıyorum, ne de olsa annemin eli değdi bir kere. Demek ki diyorum, uğraşmak lazım siyahları mavilere dönüştürmek için. Aslında annemin sözüdür bu, güzel olsun isteyen ilgi göstermeliymiş.

 Duvarlarda bir sürü resim, televizyonda gördüğüm herkes burada. Ayrıca ufak bir kamyonun arkasında da resimler var, kasabayı dolaşıp hangi filmlerin olduğunu haber veriyormuş. Gözlerim binanın ortasına takılıyor, tabeladaki mavi boyanın üstünde beyaz harfler, Mavi Şehir Sineması. Ne güzel isim ne güzel kasaba. Hangi filme girelim diye soruyor annem, Senede Bir Gün diyorum. Aslında ben sinemada, yine annemi izlemek istiyorum.

 Acaba annem de fark ediyor mudur, bu kadının kendisine benzediğini? Soracak oluyorum ama film başlıyor. Anladığım kadarıyla, anlayamayacağım duygular söz konusu bu filmde, garipsiyorum. Film çıkışında herkes ağlamaklı, ben ise büyülenmiş halde meraklıyım. Yukarıdaki küçücük yerden gelen ışık, perdeye film olarak mı yansıyor? Bir tek bana mı garip geliyor şimdi bu? Sormak için bilet aldığımız amcaya doğru koşuyorum ki camda kocaman yazıyı görüyorum, daha demin olmayan. Cümleleri okumada hızlanıyorum artık ve gördüğüm yazıyı hemen kavrayabiliyorum.

‘’Çırak Aranıyor.’’

 Çırak ne demek diye düşünürken, amca da beni süzüyor. Çalışır mısın burada diyor, hem sinemayı da öğrenirsin. Sinemayı öğrenmek mi? Perdeye gelen büyülü ışığı mı? Düşünmeden olur diyorum, annem ise ensemde. ‘’Ne demek olur?’’

- Fena mı olur Deniz? Hem harçlığını çıkarır hem de zanaat sahibi olur. Göz kulak oluruz biz ona, hiç merak etme sen. Yarın başlasın derim ben, sen de kabul edersen.

 Annem bana bakıyor, ben anneme bakıyorum. Bakışmalara aşinayız ama bu sefer sınavımız farklı... Sinema! İlk filmi mi izlediğim gün, sinemada çırak oluyorum, yani annem izin verirse.  

 Gel zaman git zaman, gazoz satıp bilet kesmeye başlıyorum. Peyami amcanın dediğine göre de çok iyi bir çırakmışım, ama gel gör ki perdeye ışık veren gizemli odaya sokmuyor beni hala. Bu konuda çok inatçı, yani benim kadar olmasa da… Annem ise el işi kazaklarını satıyor, Peyami amca da bana harçlık vermek yerine bakkaldan alışveriş yapıyor, büyümüş sayıldığım için evin ihtiyaçlarına yardımcı olmam gerekirmiş. Çırak olmanın sorumluluğu kolay değilmiş. Filmlerdeki insanlara denk gelmek ne güzel diye düşünüyorum. Gerçi, Baba filmindeki silah severleri kapsamasa da esasen kendi filmlerimiz için daha samimi düşüncelerim.

 Sinema salonu ile harmanlanan günlerim, filmlerin gölgesinde büyütüyor beni. Bir akşam vaktinde düşüyorum yine mavi evimin yoluna. Kapıyı Özge abla açıyor, arada olur böyle sürprizleri ama hemen ardından görüyorum ki annem yatakta, rengi iyice solmuş. Çocukluk işte, üzülüyorum ama adını koyamıyorum meselemin. Özge abla yapıyor gönlümü, zaten bir annem bir de o, hep gönül yapıyorlar. Adeta gönül tamircileri kulübünün başkanları onlar. Annem için seferber olan Özge abla, beni de alıyor kanatlarının altına.

 Çocukları böylesine çok seven birinin neden çocuğu yok anlamıyorum, ama annem iyileşecekmiş, bu yüzden anlamadığım ne varsa unutuyorum.

 Ertesi gün şaşkınım, zira ansızın gizemli odada buluyorum kendimi. Peyami amca fikir değiştirmiş, sebep olarak ise vakti geldi artık diyor. Garip ama güzel. Bak diyor, bu film makarası. Önce bunu oturtacaksın araya, filmi de sırayla buralardan geçireceksin. Işık diyorum, büyülü ışık nerede? Onu da kendin izleyerek keşfedeceksin diyor ve başlıyor filmi oynatmaya. Gizemli odanın renkleri kucaklıyor beni, zamanla annem de iyileştikçe tam oluyorum. Tam olmak dediysem de tüm meselem ışığın yolu ile annemin iyi halini bilmek, gerisi de yarı çocukluk belki.

 Cennet Sineması diye bir film geldi bugün, filmperver çocuğun hikayesi de çok tanıdık, tekrar tekrar izledim. Şimdi filmin de etkisi ile birlikte çocukluğumu düşünerek yürüyorum eve, maviler geçiyor içimden. Çok olmadan da annemi görüyorum sahilde, koşup varıyorum yanına. Uzaktan annem sandığım tatlı kadın, Senede Bir Gün filmi ile sinemayı merak etmemi sağlayan hanımefendi çıkıyor, tatil için gelmiş buralara. Şaşkınlığımın ardından anlatıyorum çocukluğumu ve annem ile olan müthiş benzerliklerini. Vakitlice bitiriyoruz sohbeti ve yarın annemle tanışmak istediğini söylüyor hanımefendi, Mavi Şehir Sineması’nda. Biraz mahcup usul usul koyuluyorum yoluma. Evin kapısında bir başka sevdiğim ikinci annem karşılıyor beni, Özge abla. Ona hiç söylemedim ama ikinci annem olduğunu herkes biliyor. Lakin hali bir garip, sonra açık kapının karanlık arasından görüyorum, içerisi hüzünlü kalabalık. Yüreğim düşüyor, tutunamıyorum. Özge abla fısıldıyor kulağıma, ‘’Buradan senin için gitti, yine buraya sadece senin için geldi.’’ susuyorum.

 Kasabanın rengi hüzün. Güzel olan mavi; anlamını, yakın olduğun insanlarla bulabiliyormuş meğer. Emanetimi bırakmam diyen Özge abla ile yoldayız; yine kanatlarının altındayım ama var olabilmek için de gitmemiz lazım artık buralardan, aynı annemin yaptığı gibi, aynı Cennet Sineması’ndaki gibi.


 


 

Günümüz Türk Sineması ve Gerçekçilik Akımı

Sinema ve gerçekçilik kavramları yan yana geldiğinde, 1990’lar öncesi ve sonrası diye adlandırabileceğimiz iki dönem ile Türkiye Sineması oluşuyor diyebiliriz. Esasen ise bu tanımlama, 1990’lardan önceki filmlerin Gerçekçilik Akımı ile daha az yoğrulmuş olmasından kaynaklanıyor.

 

İlk dönemin önde gelen yönetmenlerinden Lütfi Ömer Akad, bazı filmleri ile sinemamızdaki gerçekçi dokunuşlara zemin hazırlıyor. Akabinde de Halit Refiğ, Metin Erksan ve Yılmaz Güney gibi usta yönetmenler, ortaya koydukları eserler ile zaman zaman Gerçekçilik Akımını çağrıştırıyorlar. En nihayetinde ise bu dönemdeki gerçekçilik olgusu daha çok yardımcı bir öğe olarak var olabiliyor!

 

1990’lardan sonra ise gerçekçi filmler adeta patlama yapıyor ve sinemamıza yön vermeye başlıyor. Zira 90’lardan sonra sektöre giren yeni yönetmenler, filmlerinde gerçekçi bir üslup benimsiyorlar ve bu olguyu yardımcı öğe olmaktan çıkarıp temel bir araç olarak kullanmaya başlıyorlar. Bu büyük ilerlemenin en büyük sebeplerinden biri ise dolaylı yoldan teknolojik altyapı oluyor. Kendi senaryolarını yapımcılara bağlı kalmadan filme dönüştürme şansı bulabilen yeni nesil yönetmenler, sinemamızın gidişatını değiştiriyor. Nuri Bilge Ceylan’ın Mayıs Sıkıntısı adlı filmi ise bu değişimin başlangıcına en simge örneklerden biri olarak çıkıyor karşımıza.

 

Gündelik ve aynı zamanda da toplumun içinden olan olayları; sinemasal normlarla anlatan bu yönetmenler, Türk Sineması ile Gerçekçilik Akımını adeta aynı yola baş koyan arkadaşlara dönüştürüyorlar. Ana akım sinemanın dışına çıkan bu tarz, sanat sineması ile bağımsız sinemanın ışığında Auteur kavramını da getiriyor. Buradan hareketle de gerçekçilik temasına bezenen yönetmenlerin, uluslararası festivallerde ödüller alıyor olmaları ve sinemamızın sesini duyurmaları kaçınılmaz bir son oluyor. Zira evrensel değerleri temeline alan yeni bir sinema dili oluşturulmuş oldu. Ayrıca da bu dilin çoğunlukla gerçekçilik olgusu ile kesiştiğini de söylemek lazım. Yani uluslararası arenada ödüller alan filmlerin çoğunun gerçekçi yapıda olduğunu düşünebiliriz.

 

Genel izleyici açısından baktığımızda ise Gerçekçilik Akımı ile donatılmış filmlerin ve hatta fragmanların, rahatsız edici şekilde sarsıcı olduğu ortada. Bazen hayatın soğukluğunu hissettiren bazen de derin düşüncelere davet eden gerçekçi anlatım üslubu, filmlerimizin eskiye oranla dünyada daha çok ön planda olmasını sağlıyor. Gişeye baktığımızda ise klasik anlatıya sahip filmlerin rağbet gördüğünü yine yeniden teyit ediyoruz. Bu tezat gidişatın ışığında nitelik ile niceliğin hala ortak paydada buluşamadığını ama yolun başında da olmadığımızı ifade edebiliriz. İzleyicinin perdeye bakış açısının değişmesi, kişilerin ekonomik şartları ile de alakalı bir durum. Bu sebeple önümüzdeki on yıllık dönemde bazı meseleler muammada kalmaya devam edecektir.


Dünya sinemasındaki oluşumu çok daha köklü olan Gerçekçilik Akımı; bizim sinemamızda ise Zeki Demirkubuz, Nuri Bilge Ceylan, Semih Kaplanoğlu, Fatih Akın, Derviş Zaim, Yeşim Ustaoğlu, Serdar Akar ve Ahmet Uluçay gibi kendini ispatlamış yönetmenlerce benimsenmiştir. Mahmut Fazıl Coşkun, Emin Alper ve Tolga Karaçelik gibi daha yeni lakin etkileyici de bir üslubu olan yönetmenler ise sinemamızda yine gerçekçiliği çağrıştıran özel isimlerden. Alışılagelmiş isimler haricinde ise Gerçekçi Akım etkisindeki Borç filminin yönetmeni Vuslat Saraçoğlu gibi pek çok kıyıda kalmış sinemaperver, özellikle de film festivallerinde ön plana çıkan eserleri ile ezberden ziyade başka bir sinema derdi olduğunu dile getiriyor.

 

Gerçekçilik Akımının bizdeki filmografisine baktığımızda ise C Blok, Gemide, Mayıs Sıkıntısı, Dar Alanda Kısa Paslaşmalar, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak, Yazı Tura, Meleğin Düşüşü, Takva, İki Dil Bir Bavul, Uzak İhtimal, Çoğunluk, Neden Tarkovski Olamıyorum ve Borç gibi filmler göze çarpıyor. Ülkemizde belirli bir kesime hitap eden bu öncü filmlerden bazılarını biraz açmakta fayda var.

 

Gerçek hayatta farkında olmadan duyduğumuz pek çok ses, kendi hikayemize dahil oluyor ve adeta hayatımızın arka planında bir fon müzik görevi üstleniyor. Rahatsız edici olabilen söylemler de bu duruma dahil tabii. İşte buradan hareketle Gerçekçilik Akımını oluşturan en önemli faktörlerden biri de diyaloglar ve ses efektleri. Yer yer doğa sesleri yer yer ise insanların ifade şekilleri ile bu akımın kendine ait bir iletişim şekli var. Tam olarak bu anlamda Gemide filmi ve hikayesi öne çıkıyor. Hikayenin getirdiği vahşilik, çoğu zaman küfürler ile destekleniyor. Olaylar ne kadar rahatsız edici geliyorsa izleyiciye, işte bu hissin oluşturulmasında diyalogların da bir o kadar payı var. Bu durum, gerçekçi olma yolunda başarılı kurulmuş bir planlamanın göstergesi. Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak dediğimizde ise bambaşka bir yörenin samimi gerçekleri ile karşılaşıyoruz. Memleketi Kütahya’yı ve film makarasından geçen hayallerini ilk hikayesinde birleştiren Ahmet Uluçay, kullandığı diyalog şekli ve müzikler ile köy ortamının gerçekliğini yansıtıyor izleyenlere. Sinema ile ilgili eğitim almamış Uluçay ve kısıtlı imkanlar ile yaptığı kendine has filmi, Gerçekçilik Akımının bambaşka bir boyutunu gösteriyor. Zira Gemide filmindeki sert ve tekinsiz ortam, Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak ile yurdum insanının samimiyetine bürünüyor.

 

Lakin samimiyet ile birlikte sinemada bile dikkat etmeniz gereken bazı konular vardır ki çok derin, çok kutsaldır. Takva ile Uzak İhtimal, birbirlerinden bağımsız ama gerçekçiliğin izinde ve tam olarak ortak hedefte buluşuyorlar bu kutsal hikayelerde. Takva’nın altını çizdiği meseleler; bir cemaate tabi olmanın uçurumlarını gösterirken, Uzak İhtimal de ise farklı dinlere mensup ama gönülleri aynı hissiyatta olan insanların ‘olamaz mı olabilir’ deyişlerini izliyoruz. Gerçek hayattaki katı sınırlar, tüm yalınlığı ile sunuluyor iki filmde de.


Ve tüm bunların ışığında; Gerçekçilik Akımı, yazdığımdan çok yazamadığım şeyleri sorgulatıyor sinema severlere. Mesela; Neden Tarkovski Olamıyorum diyen kıyıda kalmış güzide film, ülke sinemasının en derin yaralarına göndermeler yaparken bir yandan da sinemanın farklı boyutlarını hayal ettiriyor. Bambaşka bir yapım olan Borç ise iyilik kavramını inceden inceye hedef gösteriyor. Hatta filmin finali ile birlikte gelişi güzel bir hal alıyor hedefteki ve kime göre neye göre diyoruz iyi olma kavramına. İşte tüm bu eksiklikler ya da farklılıklar zaten hayatın içinden, ama sadece Gerçekçilik Akımı gibi oluşumlar ile çıkabiliyorlar perdede karşımıza. Sinema; büyülü dünyasında nefes alan insanları değiştirirken, şüphesiz ki akımlar çok büyük etken. Neticede ortaya koyulan prensipler her zaman sonucu tetikler.

 

Araştırma Kaynakları

https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/424741

http://acikerisimarsiv.selcuk.edu.tr:8080/xmlui/bitstream/handle/123456789/1547/294570.pdf?sequence=1&isAllowed=y

https://www.youtube.com/watch?v=dvtWvmzJoAA


Derdi Olan Bir Film: Sadece Merhamet

Film Afişi


Dünyada pek çok sorun var ve bazılarının ortaya çıkış tarihi ise oldukça eski. Yani geçen onca zamana rağmen, insanlık olarak çözüm bulamadığımız epey sorun var! Sanatın en çok dikkat çeken dallarından biri olan sinema ise ara ara bu sorunlara ışık tutuyor. Bu anlamda; bazı insanların yaptıkları projeler ile fark yarattıklarını söylemeli ve minnettar olmalıyız.





Bu özel filmin konusu ise yaşanmış hikayelere dayanıyor ve Amerika'da geçiyor. Ten rengi siyah olduğu için çok keskin ayrımcılıklara maruz kalan insanlar ve haksız idamlara kadar giden çaresizlikler ile dolu hayatları...Bu insanlar adaleti bulabilmek için imkanları dahilinde her şeyi deniyorlar ama ırkçılık denen kurum, her halükarda adaletin gerçekleşmesini engelliyor!






İnsanların yaşama haklarının olmadığı ve hikayelerinin yarım kaldığı düzen böyle basitlikler ile devam ederken; Harvard Üniversitesi mezunu Bryan Stevenson (Avukat), kolay yolu değil de zor yolu seçiyor! Siyahi insanlar için kanunların çok katı olduğu bir bölgeye (Alabama) geliyor ve her şeye sıfırdan başlıyor. 




Sıfırdan başlama hikayesinde ise kendisi gibi 'gerçek adaleti' arayan birkaç kişiden yardım alabiliyor, geriye kalan herkes ise ırkçılık yapma konusunda oldukça ısrarcı tavırlar sergiliyor. Nihayetinde ise film; bizi, görmek istemediğimiz bir dünyaya davet ediyor. Zira ırkçılık, açlık ve mülteciler gibi saymak ile bitmeyecek sorunlar var dünyamızda. Ama biz en ufak bir yardım fırsatını bile görmezden gelerek yaşıyoruz, bu yüzden içimizdeki Bryan'ların artması gerektiği çarpıcı bir gerçek!




Bu anlamlı filmin teknik kısmında ise Hollywood'a kıyasla düşük bir bütçe söz konusu. Ama bu bütçe özelinde böyle bir dönem hikayesinin gayet iyi yansıtıldığını düşünüyorum, tabii oyuncu seçimleri de yine ön planda. Başrol Michael B. Jordan kariyerine yükselerek devam ediyor ve böyle özel bir filmde oynaması ise yine çok doğru bir tercih olmuş. Filmin bütününde ise hikayenin geçtiği dönem; oyunculuklar anlamında çok iyi ifade edilmiş, yani konunun sadeliği gayet başarılı. Çerçeve anlamında ise yer yer sahnenin duygusallığını çok iyi pekiştiren ve bir o kadar da estetik olan tercihler vardı. Tüm bunların sonucunda ise filmin samimiyeti ve izleyene ilham veriyor oluşu çok başarılıydı, etkileyicilik anlamında hedef tutturulmuş ve sadelik anlamında ise izlerken huzur bulduğumu, durulduğumu söylemeliyim. 

Böyle anlamlı filmlerin ve böyle hissiyatlı insanların artması dileği ile...