DERDİMİZ SİNEMA: PAHALI BİLETLER VE TEZATLAR

İçinde bulunduğumuz sistemin, alışamadığımız zorluklarıyla ilgili bir yazıya daha merhaba!

Derdimiz ise sinema, evet film biletleri, evet gittikçe saçmalıyorlar...

SAHİ NEYDİ SİNEMA?

Geçtiğimiz hafta Manisa'ya arkadaşımla görüşmeye gittim ve etkinliklerimizden biri de sinema oldu, ki ben epeydir film izlemeye gitmiyordum ve bu durumu telafi etmem gerektiğini de içten içe hissediyordum.

Neyse, filmimizi seçtikten sonra gişeye geçtik ve bir de baktık ki bir bilet olmuş 200 TL! Merak edip öğrenci fiyatını sordum ve o da 175 liraymış, ne indirim ama!

Yani yemektir, tatlıdır, bu tarz şeyler de pahalı biliyorum ama sinema tam olarak öyle bir şey değil diye düşünüyorum. Ayrıca da yemek sektöründe Netflix ya da BluTV gibi rakipleriniz yok; yani çok uygun bir fiyata tüm ay yemek ya da tatlı tüketemiyorsunuz, harici olarak da onlar (Gıda) daha temel ihtiyaçtır.

Netice olarak ise sahi neydi sinema demek diyorum? Sanırım sinema da sevgi gibi en başta emekti... Ama içinde yaşamak zorunda bırakıldığımız sistem, emeğin en büyük düşmanı olabilir mi? Zira düşük bütçeli filmlerin bu sistemde hiç şansı kalmıyor da! 

SİNEMA SEKTÖRÜNDE BÜYÜK TEZATLAR

Uzun zaman sonra sinemaya giden ve salonda film kültürünü ciddi anlamda özleyen iki arkadaş olarak, neden Netflix gibi platformlara uygun fiyatla üye olup, sinemadaki bir bilet parasından daha ucuza tüm ay boyunca bir şeyler izlemeyelim ki diye düşündük! Yani sektörün büyüklerinin amacı nedir, dünya son birkaç yılda epey değişti ve artık film ile dizi izlemek için pek çok farklı platform var... 

Tüm bunların haricindeyse belirledikleri bilet fiyatları o kadar çok soruna sebep oluyor ki... Mesela sinemaya gittik ve film seçeceğiz ama bilet olmuş 200 TL! Yani film seçimi de çok kritik bir hale geliyor ve düşük bütçeli (Çok fazla reklam yapamamış ya da başrolü ünlü olmayan) filmler direkt olarak eleniyor! Zira verdiğim paranın karşılığında iyi vakit geçirme garantisini arıyorum, ayrıca ülke ekonomisini de düşününce bilinçaltımın böyle çalışması da çok normal tabii!

Peki bu sistemin uzun vadede sinemayı bitirmekten başka ne getirisi olabilir? Örneğin 18 yaşımdayken (2015 - Öğrenciyim) tek başıma film izlemeye gider ve sinemada farklı bir dünyayı keşfederek ruh halimi değiştirirdim; çünkü o zamanlardaki hayatım epey sıkıcıydı ve kendimce böyle bir çıkış yolu bulmuş, çok da faydasını görmüştüm. 

Ya bugün? 

18 yaşındaki bir genç, düzenli şekilde sinemaya gidebilir mi? KESİNLİKLE HAYIR! Çünkü biz çalışan insanlar dahi, bilet parasından çok rahatsız oluyoruz... 18 yaşında henüz hayatına yön verememiş ya da 40 yaşında asgari ücretle yaşayan biri, sinemaya nasıl gidecek veya ortalama bir maaşı olan kişi, ailesiyle nasıl böyle bir etkinlik gerçekleştirecek?

BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN OLMALI

Sinema kültürünün devam etmesi için bir şeyler kesinlikle değişmeli! En basitinden, Netflix gibi bir abonelik sistemi gelmeli ve ay boyunca makul bir üyelik ücreti karşılığında sinema salonlarına gidebilmeliyiz. Ki burada patlamış mısır fiyatları gibi detaylardan bahsetmiyorum bile, onlar istediği gibi devam etsin ve bir tercihten ibaret olsun ama filme gidebilmek genel olarak daha mümkün olmalı! 

Bunun dışındaysa arz talep dengesini gözetmek için çok lüks sinema salonları yine olsun tabii, durumu iyi olan kişi parasını versin ve ona göre bir hizmet alsın ama ortalama bir hayat için bu şartlar çok büyük bir tezat!

SİNEMA TARİHİMİZDEKİ EN ÇOK İZLENEN 10 FİLM, 

ASLINDA HER ŞEYİ ANLATIYOR OLABİLİR

Son olarak da sektörün halihazırda izleyiciye sunduğu sıkıntılarını, en çok izlenen filmlerimizin yapım yılları üzerinden de okuyabiliriz.

1 - Recep İvedik 5 (2017)

2 - Recep İvedik 4 (2014)

3 - Düğün Dernek (2013)

4 - Fetih 1453 (2012)

5 - Müslüm (2018)

6 - Düğün Dernek 2 (2015)

7 - Ayla (2017)

8 - Bergen (2022)

9 - Yedinci Koğuştaki Mucize (2019)

10 - Aile Arasında (2017)

Sinema tarihimizdeki en çok izlenen ilk 10 film arasında sadece Bergen, son dönemin (2022) yapımı olarak yer alabilmiş. Diğer 9 film ise en az beş sene ve daha önceki dönemlerde vizyona girmiş! 

Halbuki pandemiyle birlikte sinemaya özlem de artmıştı ama büyük şirketlerin pahalı bilet politikası, maalesef süreci çok olumsuz etkiliyor... 

Not: Büyük şirketlerin, sektörü ve insanları nasıl manipüle edebildiğini görmek isterseniz, gerçek bir hikâyeden uyarlanan Tucker: The Man and His Dream (1988) adlı filmi izleyebilirsiniz.


Filmlerle ve hikâyelerle kalın.

Kendine Bir Şans Ver: Hayatımda Fark Yaratan Bazı Seçimlerim

 Selamlar, uzun zamandır yazmayı düşündüğüm ve hatta bir podcast ile derinlemesine anlatmak istediğim ciddi bir meselem var. Tabii şimdilik yazmakla başlıyorum, podcast kısmı ise ileride inşallah gerçekleşir diyorum :) 


DENEMEYE DEVAM ETMEK VE İÇİNDEKİ SESE KULAK VERMEK!

29 yaşım itibarıyla geriye dönüp baktığımda, yüzümü gülümseten ya da benim için ufak da olsa bir fark yaratan tüm anların tek bir ortak noktası var... Zor olanı seçmek, emek vermeyi göze almak, ezberin dışına çıkmak... Yani yüzümü gülümseten ya da kendimi sınamamı ve bir şeyler öğrenmemi sağlayan tüm o anlar, denemeyi göze almakla birlikte hayatımda büyük ya da küçük izler bıraktılar. Son olarak da bu noktadan itibaren kendi seçimlerim ve yaşadığım hikâyelerim üzerinden devam edeceğim.

"Ormanda yol ikiye ayrılıyordu ve ben gittim daha az geçilmiş olanından, işte bütün farkı bu yarattı."

Seçimlerimin benim hayatımda nasıl farklar yarattıklarına, üniversite yıllarımdaki yaşanmışlıklarım ile başlayacağım, zira sinema öğrencisi olmayı seçmekle birlikte her şey değişmeye başladı.


MESLEK DEĞİŞİMİ

Acil Tıp Teknisyenliği Zamanları

Sağlık meslek lisesi mezunu olarak hiçbir zaman iş bulma sorunu yaşamadım ve annem hariç (İyi ki varsın Rabia'cım) hiç kimse de eğitim hayatıma devam etmemi beklemedi. Çünkü erken yaşta (18) bir meslek sahibi olmuştum ve Acil Tıp Teknisyenliği yaparak tüm ömrümü geçirebilirdim... Tabii tek bir problem vardı, ben mutlu değildim ve bu işleri pek sevmiyordum! Akabinde de ne yapmak istediğimi iyice düşündüm ve üniversite sınavına girip, İstanbul'da tam burslu olarak 4 yıllık bir radyo, televizyon ve sinema eğitimi almaya hak kazandım. Babam bu duruma çok karşı çıkıp işsiz kalacağımı söylese de içimden gelen sesi dinledim ve olmak istediğim bir hikâyeye doğru yelken açtım. 

Not: 2024'ün Eylül ayından, 29 yaşımdaki Burak olarak, iyi ki diyorum, iyi ki kendi hikâyemin peşinden gitme cesaretini göstermiş ve yeni bir başlangıç yapmışım. Ayrıca da sağlıkçı olarak görev yaptığım zamanlarda, bugünün aksine zihnen çok yorulduğumu ve hiçbir şekilde huzurlu olmadığımı söylemeliyim. Son olarak da medya sektöründe iş bulma sorunu yaşamıyorum, ki bunun için de üniversite hayatım boyunca pek çok gönüllü staj yaptım ve farklı kurslara katılarak (İspanyolca, Diksiyon, Editörlük) kendimi geliştirmeye gayret ettim. 

BİR STAJ VESİLESİYLE KAPILAR AÇMAK

Üniversitenin ilk yılı bölüme ve ortama adapte olmakla geçerken, yaz döneminde ise yerel bir kanalda (Manisa Medya TV) gönüllü staj yaptım ve ikinci sınıfa daha donanımlı şekilde başladım. Ardından ise eğitim dönemiyle birlikte Küpe FM'den (Silivri'de bir radyo) okulumuza geldiler ve birtakım meslek konuşmaları yaptılar.  Ben de bu sohbet esnasında sevgili abim Turhan Alyakut'a (Küpe FM Genel Yayın Yönetmeni, buradan selam ederim), radyonuzda gönüllü staj yapabilir miyiz diye sordum ve o da tüm sıcakkanlılığıyla bizi davet etti. 

Turhan Abiyle Staj Günleri

Ardından bir arkadaşımla birlikte sabahları altıda otobüse binip radyoya gitmeye başladık ve bir yandan da okulumuza devam ettik. Bizim stajdaki performansımızdan memnun kalan Turhan abi, arkadaşımın işe ihtiyacı olduğunu duyunca, yarı zamanlı olarak radyoda çalışmasını ve eğitimine de devam etmesini sağladı. Daha sonra da aynı şekilde bizim üniversiteden pek çok kişi o radyoda çalışarak eğitim hayatına devam etti ve bazıları mezun olduktan sonra da tam zamanlı olarak kadroya geçtiler. Esasen ise tüm bunlar, bizim radyoyla kurduğumuz bağ sayesinde başladı. Yani emek vermeyi göze almış olmamız, hem bize hem de pek çok insana kapılar açtı. Son olarak da radyoya ve sektöre dair pek çok şeyi de Turhan abiden bizzat öğrendiğimizi belirtmeliyim, kendisinin iyi niyetine sağlık.

BAMBAŞKA BİR BELGESEL GİRİŞİMİ

Üniversitede bölüm hocalarımızdan birinin gruplara ayrılmamızı ve belgesel çekmemizi istemesiyle bambaşka bir süreç başladı. İlk başta balıkçılık gibi klasik konulara yöneldik ama daha sonra aklıma film festivalleri geldi. Ülkemizde daha önce hiç film festivali belgeseli yapılmamıştı ve ben ilk adımı atmaya karar verdim. Boğaziçi Film Festivali'nin basın ekibiyle iletişime geçtim ve şansımı denedim, tabii ilk başta kabul etmediler, ki ben sürekli uğraşmaya devam ettim ve en nihayetinde izin verdiler. Daha önce hiçbir profesyonel çekimi olmayan biz, amatör bir kamera ve bacağı kırık bir kamera tutucuyla bir hafta boyunca festivalden çekimler yaptık ve ünlü oyuncularla röportajlar gerçekleştirdik. Yan yana geldiğimiz isimler, girdiğimiz ortamlar, tamamen bir şey deneme cesaretimden ortaya çıkmıştı ve tabii yine bize çok şey kattı. Akabinde ise bölümden sevgili Bahar hocamız bu fikri çok beğendi ve üniversiteye bize sponsor olmasını, böylece ülkedeki tüm film festivallerine belgesel yapmamızı önerdi. Tabii okulumuzun müthiş vizyoner yönetimi bunu kabul etmedi :) 

Belgeselin Afişi

Ayrıca da birkaç yıl sonra Boğaziçi Film Festivali yönetimiyle tanışma şansı bulduğumu ve öğrenciler olarak amatör şekilde yaptığımız belgeseli izlediklerini, çok da beğendiklerini belirttiklerini söylemeliyim... Açıkçası YouTube üzerinden keşfedip izlemeleri bile benim için çok büyük bir olaydı. Esasen ise tüm bu sürecin sebebi olan şey ise deneme cesaretini göstermemizdi. 

Festival Zamanlarından

Üniversite İkinci Sınıfta Yaptığımız Film Festivali Belgeselinin Linki

https://www.youtube.com/watch?v=w3vH7rAVy9I&t=1s

ULUSAL DÜZEYDE ÖDÜL KAZANMAK

Çok sevgili Bahar hocamızın (Üstümüzde Çok Çok Fazla Emeği Var), Aklıma Bir Fikir Geldi adlı yarışmayı bize anlatması ve hepimizin (Sinema öğrencilerinin) bu yarışmaya katılması gerektiğini söylemesiyle, sonunu kesinlikle tahmin edemeyeceğimiz harika bir hikâye başladı!

Bahar Hoca ve Biz Öğrencileri

 Denemekle ne kaybederiz en azından tecrübe olur diyerek çıktığımız bu yolda, ben birkaç fikir sundum ve arkadaşım Mehmet de bunları uygulamalı olarak afişe dönüştürdü. Akabinde ise üniversitede ders anında telefon aldık ve ulusal çaptaki yarışmada dereceye girdiğimiz söylendi... 

Veee en nihayetinde öğrendik ki birinci olmuşuz :) 

Ödül Töreninden

Bu gurur dolu anın temel taşını atan Bahar hocamızı minnetle anarken, bir şeyler denemenin, içimizdeki sesi dinlemenin bize neler katabileceğini görmeye alışıyordum. Yarışmayı kazanamayabilirdik ki bu çok normaldi, en azından bir şey yapmış - üretmiş olurduk. Ama üzerine bir de ödül almak, insana yeni yollara talip olunması gerektiğini öğretiyor; yani yol açık, yola çık misali :)

RADYODA PROGRAM YAPMAK VE YILLAR SONRA SÜRPRİZ GELİŞME

Sinemada ikinci sınıfken, Silivri tarafında öğrenci evinde kalıyordum ve açıkçası keyfimiz çok yerindeydi. Yani deniz manzaralı bir evimiz, PlayStation turnuvalarımız ve tost partilerimiz vardı :) 

Ama yıl sonuna doğru bir şeylerin yanlış olduğunu fark ettim, zira çok rahattık ve kişisel hedeflerim için kendimi geliştirmeye devam etmeliydim. Tam olarak bu sebepten de İstanbul'daki devlet yurtlarına başvuru yaptım, amacım ise İstanbul'un daha da içine taşınmak (Silivri çok dışarıda kalıyor) ve orada yapabileceğim stajları kovalamaktı. Ayrıca da yurda yerleşince, okula olan yol mesafem 3 saate çıkacaktı (Git gel 6 saat) ama göze almıştım ve bir süre sonra da Başakşehir KYK'da kalmaya hak kazandım, tabii hemen yerleştim. 

Yurda yerleştikten birkaç gün sonra ise Başakşehir sokaklarında büyük bir tabela gördüm, Radyo Başakşehir yeni açılmıştı ve Başakşehir'de ikamet edenlere radyoda program yapmak üzere davetiye sunuyordu. Buraya taşınmamın bu kadar hızlı sonuç vermesi harika bir şeydi ve hemen radyo ile görüşmeye gittim. Benimle bir deneme kaydı yaptılar ve beğendiler, akabinde ise radyoda spor programı yapmaya başladım. Haftanın gelişmelerini değerlendiriyor ve yorumluyordum, tabii pandemi süreci ortaya çıkıp da üniversiteler uzaktan eğitime dönünce, ben de radyoyu bırakıp Balıkesir'e (Memleketime) dönmek zorunda kaldım, çünkü kaldığım devlet yurdu da kapanacaktı. 

Radyo Zamanları

Ezcümle yurda taşınmayı ve rahatımı bozmayı göze alma süreci bana radyoda program yapma şansı sunarken, esas meyvesini yıllar sonra verecekti. Akşam Gazetesi, spor haberleri yazacak bir editör arıyordu ve ben de başvurmuştum. Akabinde ise yaklaşık 1000 kişi arasından beni işe aldılar ve iş görüşmesi yaptığımız yönetici, Radyo Başakşehir'de spor programı yapmamın öz geçmişimi öne çıkardığını ve bu sebeple işi aldığımı söyledi. Yani emek vermeyi göze almam, rahatımı bozmam ve içimdeki sese kulak vermem, benim için bambaşka bir hikâyeye vesile olmuştu :) 

Akşam Gazetesi'nde Çalışırken

KAPANIŞ :)

Yazıyı uzatmamak amacıyla burada değinmediğim pek çok hikâyem olduğunu söylemeliyim. Anlatmadıklarımın bazıları aşkla ilgili, bazıları kişisel serüvenlerle ilgili ve yine bazıları da kariyerimle ilgili. Ama günün sonunda önemli olan şey denemek, kendimize bir şans vermek ve tabii ki sonuçları da göze almak...

Öncelikle her zaman mükemmel sonuçlar olmayacak ama hiç beklemediğiniz kadar anlamlı hikâyeler de yaşanacak, buradaki esas mesele, herkese ve her şeye rağmen, kendi içindeki sesi dinlemekle ilgili... Çünkü olumsuz insanlar her zaman her yerdeler ve hep 'olmayacağını' söylüyorlar! Ama sen ne istiyorsun, istediklerin için emek vermeyi ve bir şeyler denemeyi artık göze alacak mısın?

En nihayetinde ise bugünden geçmişe baktığımda, çok şanslı olduğumu düşünüyorum çünkü yüzüm gülümsüyor. Zira hep emek verdim, hep denedim, insanlar ne der diye düşünmek yerine, ben nasıl huzurlu olurum diye düşündüm. 

İyi niyetle, kimseye zarar vermeden kendi yolunda olma çabasının, bu dünyadaki en asil kavgalardan olduğuna inanıyorum. 

Kendinize bir şans vermeniz ve hikâyelerinize sahip çıkmanız dileğiyle; zira bu yazıyı yazdığım blog, sizin bu yazıyı okumanıza vesile olan internet ağı, birilerinin kendi hikâyelerine sahip çıkma cesaretini göstermesiyle ortaya çıktı. 

Emek vermeyi göze alan ve kendi iç sesine kulak veren herkese, iyi şanslar :)


"BAŞARISIZLIĞI KABUL EDERİM, HERKES BİR ŞEYLERDE BAŞARISIZ OLABİLİR. FAKAT DENEMEMİŞ OLMAYI KABUL EDEMEM."

- Michael Jordan  


 



Güzel Olan Köfte Değilmiş

 Herkese selamlar, özellikle de herkesleşirken üzülenlere :)

Dün yaşadığım bir olaydan hareketle, hislerimizin hayatımızı ne kadar etkilediğini tekrar anladım.

 

Köfteci Ahmet'te Menü

2022 yılında Balıkesir'de çalışırken bir kız arkadaşım vardı ve kendisine çok değer veriyordum, hani şu yanında zamanın yavaşlamasını istediğiniz insanlar olur ya... Esasen öyle özel biriydi benim için. 

Yani kendisiyle kahve içmek de yemeğe gitmek de bir başka keyif verirdi... Aslında dün anladım ki sandığımdan da etkiliymiş hislerim! 

Bizim, kız arkadaşımın da yönlendirmesiyle Balıkesir merkezde gittiğimiz Köfteci Ahmet isimli bir mekân vardı ve onlar ailecek bayılıyorlarmış buranın köftelerine. Neyse ben de köfteyi çok seven biri olarak dedim ki nasıl bir lezzet olacak acaba? Akabinde de ben köfteleri çok beğendim ve biz ilişki süresince birkaç kere gittik Köfteci Ahmet'e. Yani her gittiğimizde 3'er porsiyon falan yiyoruz ve çok çok lezzetli, anlatamam yani :) Tabii kız arkadaşım da iştahlı biri ve bir yandan da tatlı tatlı sohbetler ediyoruz, zaman akıp gidiyor... 

Daha sonra ise biz ayrıldık ve ben askere gittim, ardından da başka şehirde çalışmaya başladım derken, uzun bir süre uğramadım Balıkesir'e de... Köfteci Ahmet'e de...

Hasılı genel gidişatı anlattıktan sonra ise dünden bahsetmek istiyorum. Bir arkadaşımla Balıkesir'e gezmeye gittik ve tabii bir vakitte yemek de yiyeceğiz. İşte nereye gitsek, ne yapsak derken, Köfteci Ahmet geldi aklıma! Malum köfteleri çok lezzetliydi ve ben de uzun zamandır yememiştim... Arkadaşıma da anlattım işte; böyle bir yer var, şöyle lezzetli böyle keyifli, hemen atladık gittik köfteciye. Benim meşhur köfteler geldi ve ben ilk lokmayı aldım ama emin olamadım, sonra bir tane daha yedim, sonra bir tane daha... 

Yani köfteler kesinlikle kötü değildi ama hatırladığım gibi lezzetli de değillerdi! 

Ansızın jeton düştü tabii, meğer Güzel Olan Köfte Değilmiş :) 


Biz arkadaşımla sonraki köfte buluşmamız için başka bir yer seçmeye karar verirken, hislerin bizi nasıl etkilediğini ve her şeyin anlamının nasıl da değiştiğini uzun uzun konuştuk... 






İdeal Hayat Pusulamız

 Hayat, taviz vermediği hızı ve kavgasıyla akıp giderken, bir şekilde kaybolmuyor muyuz? Bu tüketim çağının başrolü olarak, esasen biz de tükenmiyor muyuz?

 Peki gerçekten böyle olmak zorunda mı? Sürekli bir şeylerin peşine takılmalı mı? Yani para, kariyer ya da ne çeşit hırslara - endişelere sahipsek… Bunları gerçekten biz mi istiyoruz, yoksa ideal hayat pusulamız epey şaştı mı?


 Aslında bu soruların cevapları tamamen kişilere göre değişiyor ama ideal bir hayat için olmazsa olmaz olan şeyler, kendini gerçekleştirmek ve içindeki çocuğa sahip çıkmaktan geçiyor. Zira içimizdeki ses dışında her şeyi susturduğumuzda; ne istediğimizi, nelerle mutlu olacağımızı en iyi biz biliyoruz! Gerisi ise kaybolmaktan, ideallerimizin ne olduğunu unutmaktan ibaret…

 Arkadaşlarımızın kariyerleri, çevremizin bizden beklentileri, panik olunca yüreğimize düşen keşkeler… Aslen bu süreçlerin hepsi bizden bağımsız… Yani bizim hayat pusulamızın tam aksi yöndeler ve zaten bu sebeple de farkında olmadan ideal hayatlarımızdan uzaklaşıyor ve sessizleşiyoruz…

 İdeal hayatlarımıza giden yegâne yol ise tükettikçe tükenmenin, hayatın hızı ve kavgasının tam tersi istikametinde, kendi içimizde!

Ezcümle pusulamız hiç şaşmadı, sadece biz ona bakmaz olduk…

Sinemamızın Yüzeyselliği ve Mini Dizi Alternatifi

Sinemaseverlere içten bir merhaba.



Uzun bir aradan sonra tekrar Netflix'e üye oldum ve hemencecik son dönem Türk filmlerine göz atmaya başladım... Akabinde ise sinemamızdaki çoğu yapımın potansiyelini bulamadığı ya da yanlış hedeflere yönlendirildiği gerçeği ile yeniden karşılaştım! Yani en azından popüler yapımlar özelinde, kısır döngü süreçlerinin çok net şekilde ortada olduğunu söylemem gerekiyor!

Peki bu girizgâh neleri anlatıyor? Nedir bu nitelik sıkıntımız? 



Açıkçası yakın zamanda, Tamirhane ve Kötü Adamın 10 Günü (3 filmlik seri) gibi popüler tüketimi hedefleyen filmleri izledim ve hepsinin de temel sorununun aynı olduğunu gördüm... Ezcümle, sinema kavramının altını dolduramıyorlar! Bu fikrim, küçük görmek (Haddime değil!) ya da kuru kuru eleştirmekten mütevellit kalemle buluşmuyor, aksine yine bir şeyleri, hep beraber gözden kaçırdığımızı düşünüyorum...



Mesela Tamirhane de Kötü Adamın 10 Günü de proje olarak farklı potansiyellere sahip olabilirlerdi! Ama sinema filmi olarak potansiyellerini gerçekleştirmeleri çok zor... Çünkü sinema kavramı çok daha derin bakış açıları ve işçilikler istiyor! Bahsettiğimiz filmlerde ise (Sinemamızdaki çoğu popüler yapımda olduğu gibi) bunun tam tersi planlamalar söz konusu... Yani filmler ara ara izleyeni yakalıyor ama o kadar işte! Ötesi yok, gerisi düşünülmemiş! Hatta çok iddialı da bir örnek vermek istiyorum, John Wick serisi... Mesela o seri, gerçekten de sinema yapımı olmalı... Peki neden? 



Çünkü bakış açısı olarak, hikâyenin akışı olarak, renk gibi teknik detaylar olarak ve tabii ki Keanu Reeves etkisiyle de keyifli bir bütün olarak; özgün bir film dili oluşturabiliyor! Bahsettiğimiz yerli yapımlarımız ise fikir olarak ilginç olmak ya da farklı karakterler sunmaktan öteye gidemiyorlar! Buradaki esas sorunlar ise tabii ki üretim şeklimizden başlayarak, piyasamızdaki yanlış sistemin ısrarla işleyişine kadar pek çok yetersizlikten besleniyor... Ayrıca da bu yüzeyselliğin, bütçeyle de hiçbir alakası yok! Örneğin John Wick 1 ile aynı dönemde yapılmış Panzehir diye bir filmimiz var ve onu mini dizi olarak izlemeyi düşünmem bile, zira Alper Çağlar hedefi tutturmuş! Hasılı hal böyle olunca ve hedefler şaşınca, dönemimizin popüler türü mini dizi kavramını, bir çıkış noktası olarak görebiliyorum! 


Kaliteli Mini Dizilerimizden 

Örneğin Tamirhane ya da Kötü Adamın 10 Günü gibi yapımlar, mini dizi formatıyla çok daha keyifli ve özgün bir tüketim süreci vadedebilirlerdi... Çünkü hikâyeler zaten potansiyelli, üzerine de mini dizi şablonu (Mini dizilerde tarz olarak çok daha esnek olabiliyorsun ve sinema gibi nitelik kaygısı yok) ile çalışınca, ortaya çok daha renkli işler çıkmış oluyor! Zira mini dizi oluşumu ile sinema kavramı, bilinçli izleyiciler açısından bambaşka anlamlara sahipler ve beklentiler de epey farklı! Yani Tamirhane gibi bir işi mini dizi olarak tüketmek çok keyif verebilecekken, sinema yapımı olarak izlemek ise pek çok açıdan soru işaretleri oluşmasına sebep oluyor... Esasen ise dijital platformların da varlığıyla, çoğu projenin, mini dizi olarak gerçekleştirilmesi Türk sineması için daha işlevsel olacaktır! 


Kaliteli Mini Dizilerimizden


Tabii sektörel dinamikler de bazı şeyleri zorunlu kılabiliyor ve illa film olarak üretilecek diyebiliyordur ama zaten bu da yanlışlarımızın başat aktörlerinden! Ayrıca da yeni yönetmenlerin denemelerine de hiçbir şekilde karşı değilim ama burada da sinemaya atılacak ilk adımın çok daha ince hesaplamalarla gerçekleşmesi gerektiğini hissediyorum, zira kalıcı olmak için epey dem almalı ve sürekli filmler düşünülmeli :)


Kaliteli Mini Dizilerimizden (Şahsiyet)


Not: Bu değerlendirme 'bence' gibi öznel yorumlamalardan ziyade, sinemamızın geneline değinmeyi amaçlamaktadır. Yoksa Tamirhane filmini çok sevenler de illa ki çıkacaktır ama nitelik sorunumuzun kökleri çok daha derindedir. Son olarak ise gişe kavramının da değiştiğini ve bu tarz filmlerin sinema salonlarında maddi olarak da karşılık bulamadığını belirtmek istiyorum. 








Aidiyet Kavramı Üzerine

 “Bir yer var, biliyorum; 

Her şeyi söylemek mümkün; 

Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; 

Anlatamıyorum.”

 - Orhan Veli


 Yeditepe İstanbul dizisindeki Yusuf’u bilir misiniz? Aidiyet kavramını sorgulaması ve bir şair olma yolundaki telaşıyla farklı bir nahifliği vardır… 



 Esasen ise Yusuf’un yaşı 35 olmuştur ama daha hiçbir şey yaşamamıştır! Bu yüzden de kara kara düşünür, özellikle de yolun yarısının ağırlığıyla… Sorgunun temel sebebi ise ince sızıları ile ilgilidir! Ki öyle sızılardır ki bunlar, Yusuf’un aidiyetini baştan aşağı sarsmaktadırlar… Sonra mahalleye biri taşınır, 35 yaş şiirine ait olamayan Yusuf, adeta Orhan Veli olmak ister ve epeyce yaklaştığını hisseder; yani aidiyetine, bugüne kadar anlamsız gelen arayışlarının cevaplarına, sızılarından kaçışına… 



 Peki şairler böyledir de biz şair olmayanlar çok mu farklıyızdır? Neticede şairlerin dizeleri, bazen bizim aidiyetlerimize de ışık tutmazlar mı? E o zaman nedir ki zamanı aşıp şair olmayanlara dahi gelebilen, hikâyeleri büyüleyen, insanlığı var eden? 

  Aslına bakarsanız; yani bana kalsa, aidiyet kelimesinin sözlük anlamını bir çırpıda değiştiriverirdim! Çünkü bilirim ki bekleyiştir, insanlığın nahif hislerinin en kadim kelimesi… Ve aidiyet ise zaten herkesin bekledikleri ile ilgili ortak bir anlam taşır, taşımıştır, taşıyacaktır… 


“Anlatamayız beklediklerimizi 

Olacakmış gibi olmasından yılmışız 

Ya da nice nahiflerin söylediğini 

Orhan, Yusuf, Cahit, Burak 

E hep mi birbirine karıştırmışız 

Vazgeçer gibi olduğumuz aidiyetlerimizi” 









Ofelia




İnandığın kadar var

Anladığın kadar yok

Ne kadar masumsa Ofelia

İşte o kadar zor


Varsın aksın zaman

Birkaç nota birkaç kelime

Ofelia kadar talan

Çıkmıyor işte yollar hiçbir yere


İnandığın kadar var

Anladığın kadar yok

Belki son şarkıydı Ofelia

Birkaç nota birkaç kelime