Sinemamızın Yüzeyselliği ve Mini Dizi Alternatifi

Sinemaseverlere içten bir merhaba.



Uzun bir aradan sonra tekrar Netflix'e üye oldum ve hemencecik son dönem Türk filmlerine göz atmaya başladım... Akabinde ise sinemamızdaki çoğu yapımın potansiyelini bulamadığı ya da yanlış hedeflere yönlendirildiği gerçeği ile yeniden karşılaştım! Yani en azından popüler yapımlar özelinde, kısır döngü süreçlerinin çok net şekilde ortada olduğunu söylemem gerekiyor!

Peki bu girizgâh neleri anlatıyor? Nedir bu nitelik sıkıntımız? 



Açıkçası yakın zamanda, Tamirhane ve Kötü Adamın 10 Günü (3 filmlik seri) gibi popüler tüketimi hedefleyen filmleri izledim ve hepsinin de temel sorununun aynı olduğunu gördüm... Ezcümle, sinema kavramının altını dolduramıyorlar! Bu fikrim, küçük görmek (Haddime değil!) ya da kuru kuru eleştirmekten mütevellit kalemle buluşmuyor, aksine yine bir şeyleri, hep beraber gözden kaçırdığımızı düşünüyorum...



Mesela Tamirhane de Kötü Adamın 10 Günü de proje olarak farklı potansiyellere sahip olabilirlerdi! Ama sinema filmi olarak potansiyellerini gerçekleştirmeleri çok zor... Çünkü sinema kavramı çok daha derin bakış açıları ve işçilikler istiyor! Bahsettiğimiz filmlerde ise (Sinemamızdaki çoğu popüler yapımda olduğu gibi) bunun tam tersi planlamalar söz konusu... Yani filmler ara ara izleyeni yakalıyor ama o kadar işte! Ötesi yok, gerisi düşünülmemiş! Hatta çok iddialı da bir örnek vermek istiyorum, John Wick serisi... Mesela o seri, gerçekten de sinema yapımı olmalı... Peki neden? 



Çünkü bakış açısı olarak, hikâyenin akışı olarak, renk gibi teknik detaylar olarak ve tabii ki Keanu Reeves etkisiyle de keyifli bir bütün olarak; özgün bir film dili oluşturabiliyor! Bahsettiğimiz yerli yapımlarımız ise fikir olarak ilginç olmak ya da farklı karakterler sunmaktan öteye gidemiyorlar! Buradaki esas sorunlar ise tabii ki üretim şeklimizden başlayarak, piyasamızdaki yanlış sistemin ısrarla işleyişine kadar pek çok yetersizlikten besleniyor... Ayrıca da bu yüzeyselliğin, bütçeyle de hiçbir alakası yok! Örneğin John Wick 1 ile aynı dönemde yapılmış Panzehir diye bir filmimiz var ve onu mini dizi olarak izlemeyi düşünmem bile, zira Alper Çağlar hedefi tutturmuş! Hasılı hal böyle olunca ve hedefler şaşınca, dönemimizin popüler türü mini dizi kavramını, bir çıkış noktası olarak görebiliyorum! 


Kaliteli Mini Dizilerimizden 

Örneğin Tamirhane ya da Kötü Adamın 10 Günü gibi yapımlar, mini dizi formatıyla çok daha keyifli ve özgün bir tüketim süreci vadedebilirlerdi... Çünkü hikâyeler zaten potansiyelli, üzerine de mini dizi şablonu (Mini dizilerde tarz olarak çok daha esnek olabiliyorsun ve sinema gibi nitelik kaygısı yok) ile çalışınca, ortaya çok daha renkli işler çıkmış oluyor! Zira mini dizi oluşumu ile sinema kavramı, bilinçli izleyiciler açısından bambaşka anlamlara sahipler ve beklentiler de epey farklı! Yani Tamirhane gibi bir işi mini dizi olarak tüketmek çok keyif verebilecekken, sinema yapımı olarak izlemek ise pek çok açıdan soru işaretleri oluşmasına sebep oluyor... Esasen ise dijital platformların da varlığıyla, çoğu projenin, mini dizi olarak gerçekleştirilmesi Türk sineması için daha işlevsel olacaktır! 


Kaliteli Mini Dizilerimizden


Tabii sektörel dinamikler de bazı şeyleri zorunlu kılabiliyor ve illa film olarak üretilecek diyebiliyordur ama zaten bu da yanlışlarımızın başat aktörlerinden! Ayrıca da yeni yönetmenlerin denemelerine de hiçbir şekilde karşı değilim ama burada da sinemaya atılacak ilk adımın çok daha ince hesaplamalarla gerçekleşmesi gerektiğini hissediyorum, zira kalıcı olmak için epey dem almalı ve sürekli filmler düşünülmeli :)


Kaliteli Mini Dizilerimizden (Şahsiyet)


Not: Bu değerlendirme 'bence' gibi öznel yorumlamalardan ziyade, sinemamızın geneline değinmeyi amaçlamaktadır. Yoksa Tamirhane filmini çok sevenler de illa ki çıkacaktır ama nitelik sorunumuzun kökleri çok daha derindedir. Son olarak ise gişe kavramının da değiştiğini ve bu tarz filmlerin sinema salonlarında maddi olarak da karşılık bulamadığını belirtmek istiyorum. 








Aidiyet Kavramı Üzerine

 “Bir yer var, biliyorum; 

Her şeyi söylemek mümkün; 

Epeyce yaklaşmışım, duyuyorum; 

Anlatamıyorum.”

 - Orhan Veli


 Yeditepe İstanbul dizisindeki Yusuf’u bilir misiniz? Aidiyet kavramını sorgulaması ve bir şair olma yolundaki telaşıyla farklı bir nahifliği vardır… 



 Esasen ise Yusuf’un yaşı 35 olmuştur ama daha hiçbir şey yaşamamıştır! Bu yüzden de kara kara düşünür, özellikle de yolun yarısının ağırlığıyla… Sorgunun temel sebebi ise ince sızıları ile ilgilidir! Ki öyle sızılardır ki bunlar, Yusuf’un aidiyetini baştan aşağı sarsmaktadırlar… Sonra mahalleye biri taşınır, 35 yaş şiirine ait olamayan Yusuf, adeta Orhan Veli olmak ister ve epeyce yaklaştığını hisseder; yani aidiyetine, bugüne kadar anlamsız gelen arayışlarının cevaplarına, sızılarından kaçışına… 



 Peki şairler böyledir de biz şair olmayanlar çok mu farklıyızdır? Neticede şairlerin dizeleri, bazen bizim aidiyetlerimize de ışık tutmazlar mı? E o zaman nedir ki zamanı aşıp şair olmayanlara dahi gelebilen, hikâyeleri büyüleyen, insanlığı var eden? 

  Aslına bakarsanız; yani bana kalsa, aidiyet kelimesinin sözlük anlamını bir çırpıda değiştiriverirdim! Çünkü bilirim ki bekleyiştir, insanlığın nahif hislerinin en kadim kelimesi… Ve aidiyet ise zaten herkesin bekledikleri ile ilgili ortak bir anlam taşır, taşımıştır, taşıyacaktır… 


“Anlatamayız beklediklerimizi 

Olacakmış gibi olmasından yılmışız 

Ya da nice nahiflerin söylediğini 

Orhan, Yusuf, Cahit, Burak 

E hep mi birbirine karıştırmışız 

Vazgeçer gibi olduğumuz aidiyetlerimizi” 









Ofelia




İnandığın kadar var

Anladığın kadar yok

Ne kadar masumsa Ofelia

İşte o kadar zor


Varsın aksın zaman

Birkaç nota birkaç kelime

Ofelia kadar talan

Çıkmıyor işte yollar hiçbir yere


İnandığın kadar var

Anladığın kadar yok

Belki son şarkıydı Ofelia

Birkaç nota birkaç kelime